25.03.2017 sabahı yine alabalık peşindeyim. Sabah 7 civarlarında evden çıkıp dosdoğru Bolu otobanına giriyorum ve hedefimde Köroğlu dağı eteklerinden akan güzel bir dere var. Daha önce bir kez daha buraya gitmiştim ancak sadece bir saat kadar olta sallayabilmiştim. Onda da oltama takılan olmamıştı. Daha öncede birkaç kez keşif amaçlı hiç bilmediğim yerlerde olta sallayıp umduğumu bulamadan eli boş dönmüştüm eve. Bu sefer içinde kesinlikle dağ alabalığı olduğunu bildiğim bir dereye gidip şansımı arttırmak istedim fakat ne mi oldu. Yine şansım yaver gitmedi...
Sabah ilk olarak arabamı park edip olta sallamaya başladığımda saat hemen hemen 9 olmuştu. Mevsim başı itibariyle de balıkların verimsiz olacağını biliyordum. Hem de dere çok fazla çağlamıştı. Geçmişte de bu dereyi görmüştüm. Yazın suyu hemen hemen şimdinin dörtte biri kadardı. Debisinin bu kadar artabileceğini hiç beklemiyordum. Ancak beklemediğim başka birşey daha vardı. Avın hemen hemen en başında gördüğüm bir ayı izi... Kocaman bir arka ayak.
Aslında dağ başına gittiğim için bu tarz şeylere hazırlıklıyım. Neticede alabalıkçı vahşi hayattan korkmamalı. Önceki ben olsam, hemen tası tarağı toplar oradan kaçardım ama artık azim yaptım ya biraz da korkarak olta atmaya devam ediyorum. Sürekli tetikteyim ve arada aklıma geldikçe düdüğümü sert bir şekilde öttürüp hayvanlara mesaj veriyorum. Ancak oltama halen tek bir ala bile takılmıyor. Tekrar arabaya binip patika yoldan daha yukarılara çıkmayı düşünüyorum ama beşyüz metre kadar gidince kar ve çamur daha fazla çıkmama izin vermiyor. Burada tekrar dereye inip uygun aynalara, kaya diplerine olta sallamaya devam ediyorum ama daha yarım saat bile olmamışken ikinci ayımı görüyorum... Bu sefer ön ayak.
Anlaşılan bugün korkudan avlanamayacağız. Malum dağda da tekim. Ayılar ise kış uykusundan yeni uyanmışlar ve vücut kütlelerinin hemen hemen yarısını kış boyunca kaybetmiş durumdalar. Hızla avlanıp aç karınlarını doyurmalılar. Dolayısıyla çok aktifler ve yılın bu dönemlerinde çok agresif olabilirler. Bunu henüz iki saat içinde gördüğüm iki ayak iziyle hemen anlıyorum ve tekrar arabaya atlayıp gerisin geri daha düşük rakımlara inip daha rahat bir şekilde bol bol olta sallıyorum ama nafile. O bölgede derenin hemen yanında bir gölet mevcut ve içinde ufak ufak kefaller görünüyor. Buraya da bir hayli çok Meppsimi sallıyorum ama yine nasibime hiçbir şey denk gelmiyor... Yanımda götürdüğüm şeylerden atıştırıp geri dönüş yoluna geçiyorum.
Yol üzerinde bildiğim birkaç dere kenarı ve gölete de girdi çıktı yapıp şansımı deniyorum ama ne mümkün.
Bunların arasında benimde ilk defa görme fırsatı bulduğum Aktaşa göleti de var. Çok güzel bir manzara, adeta kartpostal gibi.(Piknikçilerin çöplüğe çevirdiği yerleri görmez iseniz) Ne bir kefal ne bir alabalık. Hiçbir şey tutamamanın verdiği hayal kırıklığı ile buradan da ayrılıp Ankara'nın yolunu tutuyorum. Tek tesellim güzel bir bahar günü gördüğüm muhteşem manzaralar, iki tane leylek, iki tane kartal, sarı karınlı ismini bilemediğim süper bir ötücü kuş ve birbirinden güzel çiçekler. Nasip bir sonraki sefere...
Etkinliğin tüm fotoğrafları için: https://goo.gl/photos/kUQQLiTQNMn955wR8
27 Mart 2017 Pazartesi
22 Mart 2017 Çarşamba
Çamlıdere Üyücek-Alakoç-Avşarlar Yaylası Yürüyüşü(19.03.2017)
Şehrin gürültüsünden, kirinden ve bu keşmekeş içinde yaşamaya alışmış insanların bayağılığından kurtulmak ve ruhları temizlemek gerek haftasonları... Bu vesileyle 19.03.2017 Pazar günü sabah sekiz olmadan kalkıyorum yine yatağımdan. Bugün, geçmişte de Şahinler Yaylası yürüyüşünde ilk kez tanıştığım Hüseyin Aydoslu hocamın rehberliğinde gerçekleşecek bir doğa yürüyüşüne katılacağım. Beni yürüyüş için tutulmuş servisin durağına bırakması için karımı da uyandırıyorum. Pek bi isteksiz -ki bir gün önce beni vazgeçirmeye çalışmıştı- yatağından kalkıyor ve üzerini giyip arabanın anahtarını alıyor. Aslında doğa yürüyüşlerine ilk başlarda birlikte katılmıştık. Çok sevdiğim Zati Erbaş hocamla bir arkadaş vasıtasıyla tanışmış, bu engin bilgili doğa aşığı adam ile birkaç yürüyüş yapmıştık fakat karım bu yürüyüşlere daha nadir gidilmesi taraftarı ve haftasonlarını evde dinlenerek geçirmeyi daha uygun buluyor. Ancak bu sefer hastalığı da engel oluyor. Dolayısıyla bu sefer yürüyüşe tek başıma katılıyorum.
Yol üzerinde her zamanki uğrak yerimizde Kızılcahamam'ın çıkışında bir mola veriliyor ve ben yanımda götürdüğüm bazlama arası bal kaymak aşımı çay ile yiyorum. Bir yandan da az sonra karşılaşacağım güzel orman manzaları için hayal kuruyorum. Aslında bende bu doğa tutkusu çok değil, son bir yıl içerisinde canlandı. Eşimle bir çadır çanta ve yürüyüş ekipmanları aldık. Birkaç kez kamp yaptık ancak bilinçsizce yapılan gezilerin eğlenceden çok işkenceye dönüşebileceğini anladığımız için, yürüyüş grupları ile devam etme kararı aldık. O gün bu gündür, Urumşah yaylası(Gerede), Yakaboy yaylası(Gerede), Çukurca Aksak Kavaközü köyleri(Kızılcahamam) gibi Wikiloc linkimden de görüleceği üzere(Wikiloc) birçok yerde günübirlik yürüme fırsatı bulduk. Haftasonu mis gibi bir doğada vakit geçirmenin, şehirde evimde tıkılı kalıp dört duvarı veya televizyonu izlemekten çok daha fazla huzur verici olduğunu anladım. Haftasonlarını iple çekmeye başladım. Belki de hayatımın sonuna kadar benimle devam edecek olan bir tutku, bir hobi edinmiştim ve bırakmaya da hiç niyetim yoktu...
Yürüyüşe başlayacağımız Üyücek yaylası civarı için, otobüs Çamlıdere yol ayrımına girdi ve ardından ilk sağa saptı. Vadinin içinde kıvrıla kıvrıla akan bir dere eşliğinde hafif hafif irtifa kazanmaya başladık. Yarım saat olmadan sık çam ormanları ile kaplı köyler ve yaylalara vardık ancak yürüyüşe başlayacağımız yer için halen devam ediyorduk. 2-3 gün önce yağan kar buralarda bir hayli tutmuş. Artık otobüs kaymaya başlıyor ve ben kendimi birkaç dakika sonra otobüsü iterken buluyorum. Yolda kalan otobüsü kurtardıktan sonra, daha fazla gidemeyeceğini anlayıp orada yürüyüşe başlıyoruz. Otobüs ise bizi Avşarlar Yaylasından almak üzere yola koyuluyor.
Derin bir nefesle dolduruyorum ciğerlerimi ve yürüyüşe gelen kişilerin sohbet seslerine kulağımı tıkayıp kuş seslerini dinlemeye çalışıyorum. O kadar güzel ötüyorlar ki, yürürken bir yandan da gözlerim onları arıyor ama bir türlü göremiyorum. Rehberimizin açtığı yoldan dümdüz ormanın derinliklerine giriyor ve irtifa kazanmaya devam ediyoruz. Az ilerde karın içinde baş göstermiş sarı çiğdem öbeğine rastlıyoruz. Tek kelime ile mükemmel! Doğa ana yine mucizelerini gözlerimizin önüne sermiş. Bir fotoğraf alıp devam ediyorum.Fotoğraflara ve yürüyüşün teknik ayrıntılarına https://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=16894132 linkimden bakılabilir.
Yaklaşık 1850 rakıma kadar ara ara dinlenerek mükemmel bir tırmanış yapıyoruz.
Önceleri sarıçam olan orman örtüsü, biz derinlere girdikçe ve irtifa kazandıkça köknar ormanına dönüşüyor ve birkaç gün önce yağan kar yer yer 20 santimi geçiyor. Bu kar muhtemelen sezonun son karı ve köknar ağaçlarına mükemmel bir manzara katmış. Bu yüzden midir bilmem ama çok güzel ve çok temiz. Un gibi dağılmıyor. Yürüyüşüm boyunca birçok kez ağzıma kar doldurup bir güzel yiyorum ve çocukluğum geliyor sürekli gözlerimin önüne.
Güzel bir tavşan, sincap, gelincik, kurt ve belki geyik gibi bazı vahşi hayvanları görebilmek umuduyla pür dikkat etrafıma bakınıyorum ancak yürüyüş boyunca tek bir hayvan bile göremiyorum. Şu ana kadar da bir domuz harici hiçbir şey göremedim. İnsanoğlu doğayı katletmeyi ve hayvanları sürekli avlamayı bir görev edinmiş kendine. Ne kadar da ahmakız. Kendi sonumuzu hazırlıyoruz. Bilinçsiz avcılarımız dağlarda hayvan bıraktı mi ki sende etrafına bakınıyorsun Çağrı? diye soruyorum kendime. Bu gidişle de soylarını tüketeceğiz... Bunu ormanda yer yer gördüğüm saçma mermisi kovanlarından anlıyorum. Hem bu nadide canlıları öldürüyoruz hem de çöplerimizi bırakıyoruz. Doğayla ciddi bir yarış içerisindeyiz. Kazanırsak, kaybedeceğiz...
Zirvede birkaç video çekip uzakları seyrediyorum. Gözüme ince ayar çekiyorum. Güzel kokulara çeviriyorum burnumu ve az ilerde mola verip öğle yemeği yiyen diğer yürüşçülere katılıyorum. Kavurmalı sandviçimi yedikten sonra yine yola koyuluyoruz ve az ileride Alakoç yaylası görünüyor. Yaylaya yaklaştıkça minik bir derecik de bize eşlik etmeye başlıyor. Lezzetli suyundan dolduruyorum çantama ve devam ediyorum. Yürüyüş esnasında bazen katılımcıların yüksek seslerinden, çığırdıkları türkülerden rahatsız oluyorum ama el mahkum, birşey diyemiyorum. Hemen hemen herkes muhabbet sohbet etmeyi daha uygun buluyor fakat bana kalsa sabahtan akşama kadar çıt çıkarmadan sadece doğayı dinler ve ruhumu dinlendiririm. Zaten insan sesinden kaçıp geliyorum dağlara, bir de burada gürültü olunca sabredemiyorum. Ancak yine de duymamaya çalışıp üstümüzden geçen kuzgunların tok ötüşüne kulak kabartıyorum...
Alakoç yaylası bir hayli büyük ve evler çok yeni. Belli ki burası yerel halk için biraz turistik bir yer olma yolunda. Birçok yeni dağ evi görüyorum. Zenginler veya buranın yerel halkından olan yeni nesil insanlar buralardaki eski evlerini yıkıp güzel dağ evleri yapmışlar. Birgün benimde böyle güzel bir yaylada bir dağ evim olur belki diye umut edip, yürüyüşüme devam ediyorum. Bu sırada çok güzel bir kar yağışı başlamış durumda. Yürüyüşü çok daha keyifli yapıyor. Alakoç yaylası çıkışına doğru kuzey batımızdan gelen bir başka derecik ile birleşen su biraz daha büyüyor ve hızlı bir şekilde bizi takip ediyor. Biz Avşarlar yaylasına doğru giderken belkide günün en güzel manzalarını sunuyor bana. Bol bol duraksayıp fotoğraf ve videolar çekiyorum(Gerçi çektiğim fotoğraflar telefonumun eski olması sebebiyle bir şeye benzemiyor ama olsun). Bir yandan da derede belkide kırmızı benekli alabalık vardır umudu ile aklıma not ediyorum. Neticede amatör bir olta balıkçısıyım ve bu yürüyüşlere bir yandan da alabalık derelerini keşif gözüyle bakıyorum. Ben bir alabalık olsam bu derede yaşardım :)
Avşarlar yaylasına varıyoruz ve bizi bekleyen otobüse sığınıyoruz. Kar yağışı bir hayli artmış durumda ama Hüseyin hocam hemen kuru fasulye ve pilavını ısıtıyor ve turşu ile bize ikram ediyor. Kendisi yürüyüşlerin sonunda hep yemek yapar, yani daha iki kez yürüyüşüne katıldım ama ilk yürüyüşte yaptığı enfes ekmek arası alabalığı halen unutamıyorum. Etkinliğin bu şekilde bitmesi ise bir nevi piknik havası yaratıyor ve midelere de hitap edince herşey daha güzel oluyor.
Yemeğimizi yiyip, ılık çayımızı içtikten sonra Ankaraya dönmek üzere yola çıkıyoruz. Sabah sıcacık yatağımdan uyanıp ne zorum var pazar pazar dağ başına gidiyorum diyen şehir kafasına inat, az önce beslediğim oksijen kafası ne iyi ettin de geldin diyor. Orman gizemli ve esrarengiz bakışlarla uğurluyor bizi. Ben ise yapacağım bir sonraki yürüyüşün hayalini kuruyorum yol boyunca...
Yol üzerinde her zamanki uğrak yerimizde Kızılcahamam'ın çıkışında bir mola veriliyor ve ben yanımda götürdüğüm bazlama arası bal kaymak aşımı çay ile yiyorum. Bir yandan da az sonra karşılaşacağım güzel orman manzaları için hayal kuruyorum. Aslında bende bu doğa tutkusu çok değil, son bir yıl içerisinde canlandı. Eşimle bir çadır çanta ve yürüyüş ekipmanları aldık. Birkaç kez kamp yaptık ancak bilinçsizce yapılan gezilerin eğlenceden çok işkenceye dönüşebileceğini anladığımız için, yürüyüş grupları ile devam etme kararı aldık. O gün bu gündür, Urumşah yaylası(Gerede), Yakaboy yaylası(Gerede), Çukurca Aksak Kavaközü köyleri(Kızılcahamam) gibi Wikiloc linkimden de görüleceği üzere(Wikiloc) birçok yerde günübirlik yürüme fırsatı bulduk. Haftasonu mis gibi bir doğada vakit geçirmenin, şehirde evimde tıkılı kalıp dört duvarı veya televizyonu izlemekten çok daha fazla huzur verici olduğunu anladım. Haftasonlarını iple çekmeye başladım. Belki de hayatımın sonuna kadar benimle devam edecek olan bir tutku, bir hobi edinmiştim ve bırakmaya da hiç niyetim yoktu...
Yürüyüşe başlayacağımız Üyücek yaylası civarı için, otobüs Çamlıdere yol ayrımına girdi ve ardından ilk sağa saptı. Vadinin içinde kıvrıla kıvrıla akan bir dere eşliğinde hafif hafif irtifa kazanmaya başladık. Yarım saat olmadan sık çam ormanları ile kaplı köyler ve yaylalara vardık ancak yürüyüşe başlayacağımız yer için halen devam ediyorduk. 2-3 gün önce yağan kar buralarda bir hayli tutmuş. Artık otobüs kaymaya başlıyor ve ben kendimi birkaç dakika sonra otobüsü iterken buluyorum. Yolda kalan otobüsü kurtardıktan sonra, daha fazla gidemeyeceğini anlayıp orada yürüyüşe başlıyoruz. Otobüs ise bizi Avşarlar Yaylasından almak üzere yola koyuluyor.
Derin bir nefesle dolduruyorum ciğerlerimi ve yürüyüşe gelen kişilerin sohbet seslerine kulağımı tıkayıp kuş seslerini dinlemeye çalışıyorum. O kadar güzel ötüyorlar ki, yürürken bir yandan da gözlerim onları arıyor ama bir türlü göremiyorum. Rehberimizin açtığı yoldan dümdüz ormanın derinliklerine giriyor ve irtifa kazanmaya devam ediyoruz. Az ilerde karın içinde baş göstermiş sarı çiğdem öbeğine rastlıyoruz. Tek kelime ile mükemmel! Doğa ana yine mucizelerini gözlerimizin önüne sermiş. Bir fotoğraf alıp devam ediyorum.Fotoğraflara ve yürüyüşün teknik ayrıntılarına https://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=16894132 linkimden bakılabilir.
Yaklaşık 1850 rakıma kadar ara ara dinlenerek mükemmel bir tırmanış yapıyoruz.
Önceleri sarıçam olan orman örtüsü, biz derinlere girdikçe ve irtifa kazandıkça köknar ormanına dönüşüyor ve birkaç gün önce yağan kar yer yer 20 santimi geçiyor. Bu kar muhtemelen sezonun son karı ve köknar ağaçlarına mükemmel bir manzara katmış. Bu yüzden midir bilmem ama çok güzel ve çok temiz. Un gibi dağılmıyor. Yürüyüşüm boyunca birçok kez ağzıma kar doldurup bir güzel yiyorum ve çocukluğum geliyor sürekli gözlerimin önüne.
Güzel bir tavşan, sincap, gelincik, kurt ve belki geyik gibi bazı vahşi hayvanları görebilmek umuduyla pür dikkat etrafıma bakınıyorum ancak yürüyüş boyunca tek bir hayvan bile göremiyorum. Şu ana kadar da bir domuz harici hiçbir şey göremedim. İnsanoğlu doğayı katletmeyi ve hayvanları sürekli avlamayı bir görev edinmiş kendine. Ne kadar da ahmakız. Kendi sonumuzu hazırlıyoruz. Bilinçsiz avcılarımız dağlarda hayvan bıraktı mi ki sende etrafına bakınıyorsun Çağrı? diye soruyorum kendime. Bu gidişle de soylarını tüketeceğiz... Bunu ormanda yer yer gördüğüm saçma mermisi kovanlarından anlıyorum. Hem bu nadide canlıları öldürüyoruz hem de çöplerimizi bırakıyoruz. Doğayla ciddi bir yarış içerisindeyiz. Kazanırsak, kaybedeceğiz...
Zirvede birkaç video çekip uzakları seyrediyorum. Gözüme ince ayar çekiyorum. Güzel kokulara çeviriyorum burnumu ve az ilerde mola verip öğle yemeği yiyen diğer yürüşçülere katılıyorum. Kavurmalı sandviçimi yedikten sonra yine yola koyuluyoruz ve az ileride Alakoç yaylası görünüyor. Yaylaya yaklaştıkça minik bir derecik de bize eşlik etmeye başlıyor. Lezzetli suyundan dolduruyorum çantama ve devam ediyorum. Yürüyüş esnasında bazen katılımcıların yüksek seslerinden, çığırdıkları türkülerden rahatsız oluyorum ama el mahkum, birşey diyemiyorum. Hemen hemen herkes muhabbet sohbet etmeyi daha uygun buluyor fakat bana kalsa sabahtan akşama kadar çıt çıkarmadan sadece doğayı dinler ve ruhumu dinlendiririm. Zaten insan sesinden kaçıp geliyorum dağlara, bir de burada gürültü olunca sabredemiyorum. Ancak yine de duymamaya çalışıp üstümüzden geçen kuzgunların tok ötüşüne kulak kabartıyorum...
Alakoç yaylası bir hayli büyük ve evler çok yeni. Belli ki burası yerel halk için biraz turistik bir yer olma yolunda. Birçok yeni dağ evi görüyorum. Zenginler veya buranın yerel halkından olan yeni nesil insanlar buralardaki eski evlerini yıkıp güzel dağ evleri yapmışlar. Birgün benimde böyle güzel bir yaylada bir dağ evim olur belki diye umut edip, yürüyüşüme devam ediyorum. Bu sırada çok güzel bir kar yağışı başlamış durumda. Yürüyüşü çok daha keyifli yapıyor. Alakoç yaylası çıkışına doğru kuzey batımızdan gelen bir başka derecik ile birleşen su biraz daha büyüyor ve hızlı bir şekilde bizi takip ediyor. Biz Avşarlar yaylasına doğru giderken belkide günün en güzel manzalarını sunuyor bana. Bol bol duraksayıp fotoğraf ve videolar çekiyorum(Gerçi çektiğim fotoğraflar telefonumun eski olması sebebiyle bir şeye benzemiyor ama olsun). Bir yandan da derede belkide kırmızı benekli alabalık vardır umudu ile aklıma not ediyorum. Neticede amatör bir olta balıkçısıyım ve bu yürüyüşlere bir yandan da alabalık derelerini keşif gözüyle bakıyorum. Ben bir alabalık olsam bu derede yaşardım :)
Avşarlar yaylasına varıyoruz ve bizi bekleyen otobüse sığınıyoruz. Kar yağışı bir hayli artmış durumda ama Hüseyin hocam hemen kuru fasulye ve pilavını ısıtıyor ve turşu ile bize ikram ediyor. Kendisi yürüyüşlerin sonunda hep yemek yapar, yani daha iki kez yürüyüşüne katıldım ama ilk yürüyüşte yaptığı enfes ekmek arası alabalığı halen unutamıyorum. Etkinliğin bu şekilde bitmesi ise bir nevi piknik havası yaratıyor ve midelere de hitap edince herşey daha güzel oluyor.
Yemeğimizi yiyip, ılık çayımızı içtikten sonra Ankaraya dönmek üzere yola çıkıyoruz. Sabah sıcacık yatağımdan uyanıp ne zorum var pazar pazar dağ başına gidiyorum diyen şehir kafasına inat, az önce beslediğim oksijen kafası ne iyi ettin de geldin diyor. Orman gizemli ve esrarengiz bakışlarla uğurluyor bizi. Ben ise yapacağım bir sonraki yürüyüşün hayalini kuruyorum yol boyunca...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)