Ağustos ayının ilk hafta sonundayız. Sıcaklar çok fena kavuruyor fakat birkaç gündür pek de fena değil. Yine yaşanabilir seviyelere gelmiş vaziyette. Ne de olsa yazın son ayındayız. Artık yaz sırayı sonbahara bırakacak, sonbahar kışa, kış bahara...
Yüzyıllarca sürüp giden mükemmel bir düzenin içerisindeyiz bilmem fark ediyor musunuz? Doğayla haşir neşir olduğum şu son bir yılda bunun daha çok farkına vardım. Artık çok ciddi bir farkındalık halindeyim. Gündelik hayatta bile kafamı kaldırıp bir ağaca baktığımda çok farklı şeyler görüyorum. Bazen güzel bir kuş, bazen yeni yeşermiş sürgünler, bazen ufak bir mantar. Önceleri ne kadar da dikkatsizmişim diyorum kendime. Biz gündelik hayatta iş-güç koştururken doğada bizim gibi hiç durmuyor. Canlılar sürekli bir koşuşturma halinde. Eskiden üstüne basıp çiğneyip geçtiğim otlar artık benim için sıradan değil, eğilip bir kez daha bakıyorum. Bazen o bastığım otun, sofralarımızı şenlendiren kekik olduğunu fark ediyorum. Kokusunu içime çekiyorum. Bazen bir dağ çileği, bazen bir karınca yuvası, bazen yabani bir hayvanın dışkısı... Eskiden çalılık dikenlik dediğim yerlerin içerisine biraz daha dikkatli baktığımda ahududuları böğürtlenleri ve kuşburnuları görüyorum, gülümsüyorum. Çoğu insanın "amaan, ne kadar da ilgi çekici olabilir" dediğini şimdiden duyar gibiyim. Ancak benim için o görüntü sadece o andan ibaret olmuyor her zaman. Düşünün, o tohum bir önceki sonbahardan beri toprağın altında. Üzerine tonlarca yağmur ve kar düştü. Bir sürü yabani hayvan çiğnedi geçti ama o sabırla bir sonraki baharı bekledi. Her yıl olduğu gibi o yıl da vaktinin geleceğini biliyordu. Ve zamanı geldiğinde bütün cömertliği ile topraktan fışkırdı ve güzel meyvelerini sundu bize... Doğa bize bir şeyler anlatıyor. Her şeye rağmen güzel günlerin, senin günlerinin geleceğini bilerek, sabret. Unutma, gecenin en zifiri karanlık olduğu an, gün doğumuna en yakın olan andır...
Sanırım bu kadar edebiyat yeter :) Hafta içi iş yerindeyken trekking arkadaşım Tuna aradı. Bir önceki avımdan ona bir takım fotoğraflar göndermiştim. Zannedersem fazlasıyla tahrik edici olmuş olmalı ki, telefonda hafta sonu alabalık avını da içeren çadırlı kamp yapmayı teklif etti. Eşimden izin almam gerekiyor dedim açıkca :) Cuma sabahı ise tamam geliyorum dedim. Cumartesi günü sabah 6.00'da benim evimin önünde olacağını söyledi. Hemen hazırlıklarımı yaptım. Çantamı ve takımlarımı topladım. Sabah 5.40 gibi ayaktaydım, Tuna aradı ve biraz gecikeceğini söyledi. 6.30 gibi aşağı indiğimde üç arkadaşı ve Tuna beni bekliyordu. Arkadaşlarıyla tanıştım, bir yerde poğaça filan alıp yola koyulduk. Daha bir saat geçmemişti ki yağmur bastırdı. Ve hemen hemen kamp yerimize ulaşıncaya kadar da durmadı. Bu yağmur bizi biraz üzdü fakat yapacak bir şey yoktu. Kuralları doğa ana koyardı, bizler sadece figüranlardık!
İlk başta koyduğumuz plana uyamadık, çünkü Koray'ın işleri için telefonun çektiği yere ihtiyacı vardı. Telefon çeken yeri bulmak için Tuna dağa tırmandıkça tırmanıyor, vakit geçtikçe geçiyordu. Nihayet telefon çeken yerler bulduğumuzda da çadır atmak için uygun olmadığını düşünüp yeni yerlere direksiyon sallıyordu. Ah Tuna ah, çadır atacağımız yere vardığımızda saat tam 11.00'dı :) Biraz sıkılmıştım fakat ona da çaktırmamaya çalışıyordum. Saat oldukça geçti, balık avı yalan olmuştu. Neyse...
Terk edilmiş ama buz gibi bir çeşmesi olan bir yaylada, sonradan boyası badanası yapılmış bir yayla evine konumlandık. Kahvaltılık birşeyler yedik, içki içtik, konuştuk, eğlendik, içimize bolca oksijen çektik. Sonra çadırlarımızı kurmak için bir ikiyüz metre öteye gittik. Ben ısrarla yayla evinin yanında çadır atalım diye görüş belirttim. Çadır kurarken ara ara sağanak yağmura yakalandık. Sonra geri yayla evine dönüp mangal yaktık, Tunanın enfes antrikotlarını yedik. Korayla Ziya çadırlarında çoktan uyumuşlardı bile. Sonra ani bir kararla çadırlarımızı yayla evinin yanına taşıdık ve gece boyunca içki içip müzik dinledik. Tuna ile de ertesi gün sabah balığa gitmeye karar verdik. Tahminlerimize göre önümüzdeki sırttan aşağı 1600 rakıma inersek dere ile karşılaşacaktık. Burada bizzat dere ismi ve yayla ismi vermek isterdim fakat nedenini bilmediğim bir koruma içgüdüsü var içimde. Hoş Dağlara Kaçış blogum okunmuyor fakat bu bakir yerlerin av baskısı ile dolmasını da istemiyorum.
Gece 11 gibi çadırıma çekildim. Uyku tulumuma girdim. Bu vesileyle ilk defa deniyorum ancak biraz küçük geldi, zor sığdım içine. Değiştirmem gerekecek. Bir saat kadar sonra müthiş bir fırtına ve yağmurla uyandım. Çadırlarına koşuşturan arkadaşların sesini duydum. Biraz uyanık kaldım, çadırı kontrol ettim ancak su almıyor, güzel. Sonraki bir iki saat pek uyuyamadım, bir ara arkadaşların homurtularını ayı sandım. Çeşmenin seslerini yabani hayvan sesine filan benzettim. Korkmadım diyemem. Ancak neticede uyku ağır bastı.
Sabah uyandığımda saat 6 civarıydı, çişimi yapmak için dışarı çıktım. Aslında şu an balık için hareket etmeliydik ama Tuna'nın da çadırında hareket görmeyince tekrar uyudum. 09.30 gibi Tuna'nın sesine uyandım. Kahvaltı hazırlamıştı, hızlıca yiyip dağların prensleri için yola çıktık. İniş kısa sürdü. Yarım saatte deredeydik. Ancak yanımızda hiç su yoktu, sadece birer adet muz vardı. Derede kana kana su içtim ve olta sallamaya başladık. Birkaç gölet sonra ilk takibi aldım, olta arkadaşım da aldı.
Ancak oltamızda kırımızı benekler henüz yoktu. Güzel bir havuzda Tuna burayı bana bırakıp "Buradan bir tane balık al, hadi göreyim seni" dedi. Ben bu gazla birkaç kez olta salladım. Bir balık gördüm. Ancak ondan sonra takip almadım. Israrla farklı köşeleri denedim ve yine kamışımın ucunun titremesiyle yakaladığım müthiş haz ve minnet duygusu...
Bu ormanları seviyorum, taşı toprağı, havası, insanın içini ürpertişi, vahşi hayatı, derin vadileri ve zirveleri ile özgürlüğün ölüme ne kadar yakın olduğunu hissettirişi... Mükemmel bir his.
Bir ara kaçtı zannettim, fakat halen orada olduğunu anlamam ile sertçe kamışımı çektim. Daha balık havadayken iğneden kurtuldu ve Allahtan dereye değil de kenardaki taşlık alana düştü. Hızlıca üzerine hücum ettim. Tekrar dereye düşmeden kucakladım. Nasıl bağırdım hatırlamıyorum ama iki saniye içinde Tuna yanımdaydı. Korktum birşey oldu sandım dedi. Ona yakışıklı dağ çocuğunu gösterdim. Evet yakışıklı çünkü bir erkek ala, gerçekten âlâ...
Fotoğraf bile çektirmek istemeyen bir yaramaz. Zapt etmek için o kadar uğraştım ki, bir an bile elimde durmadı. Hızlıca fotoğraflar alıp dereye geri bıraktık. Doğal yaşam alanına bırakırken de videolar çektik. Sonra soyunup aynı havuza biz de girdik. Mis gibi serinledik, biraz yüzdük. Sonra tekrar üzerlerimizi giyip yaylaya doğru yola çıktık. Bu sefer farklı ve uzun bir istikametten gidecektik. Su olmadığını bildiğim için dereden bolca su içtim ve yola çıktık. Sohbet ede ede çıkarken yolu çok fazla uzattığımızı fark etmedik. Yanımızdaki derin vadinin etrafından tırmandıkça tırmanıyorduk. Bol bol çilek molası verip birşeyler yemeyi de ihmal etmiyorduk. Neredeyse 1900lü rakımlara gelmiştik, çok susamış ve acıkmıştım. Yanıma su almadığım için kendime kızdım. Bir ara burnumu silerken burnum kanadı. Sorun değildi fakat o kadar ıssız bir yerde farklı bir şey olsaydı yanımızda ilk yardım kitimiz de yoktu. Dağlarda şartlar aniden değişebiliyor, bunu birkez daha anladım. Nasıl olsa 2 km ötede diyerek hazırlıksız çıktığınız bir yolun dönüşü hiç de o kadar kolay olmayabiliyor. Her daim yola hazırlık çıkmanın ne kadar önemli olduğunu algılıyorum. Bol bol zigzag çizerek ormanda yükseliyor ve yoruluyoruz. Bir yandan da offline haritalarımıza bakıp yayla yoluna çıkmaya çalışıyoruz. Allahtan Tuna bir sürprizle çantasından küçük kutu bal çıkarıyor. Bu gerçekten beni kendime biraz olsun getirdi. Tırmanışın başından beri taşıdığım çantayı Tuna'ya devrettim ve haritaya baka baka tırmandım. Zirveye 50 metre kala çok kayalık bir alanla karşılaştık. Çok dikkatlice burayı da tırmandık ve güzel fotoğraflar aldık. Bu dakikadan sonra sahne aniden değişti. Güzel bir düzlük ve 2 km ötede yaylamızın evleri.
Hemen hemen 2050 civarındayız. Gök gürültüsü ile karşılaşıyoruz. Ancak evler henüz gözükmese de yayla artık ileride, bunu biliyorum. Burada bolca küçükbaş hayvan dışkısı var. Demek ki köylü sık sık buraya hayvan otlatmaya geliyor. Yaylaya inerken yine frambuaz gördüm. Dünden beri gördüğüm bütün frambuazlar yeşildi. Çünkü çok yükseklerdeyiz, sıcaklık yeterince uygun değil. Lakin buradaki frambuazlar kızarmış. Burasının açıklık olması ve gün ışığını iyi alıyor olmasından herhalde diye düşündüm.
Neyseki yarım saat sonra yayladaydık. Yarım saatlik iniş, biraz da tecrübesizlikle 2 saatlik aralıksız çıkış olmuştu. Arkadaşlar mangalı yakmışlardı, pirzolalar pişmek üzereydi. Hızlıca yedik ve toparlandık. Aniden sağanak yağmur bastırdı, ama ne yağmur. İki dakikada ortalığı sel götürdü. Umarım dönüş yolunda bir şey olmaz diyerek yola çıktık. Bir süre çamurlu patika yollardan devam ettik. Yanımızda akan derecik adeta çamur akmaya başlamıştı.Ancak yarım saat sonra sağ salim asfalt yola çıkmıştık. İyisiyle kötüsüyle yine bir dağ macerası sonlanmıştı, güzel arkadaşlar edinilmişti ve ben doğa anadan çok şey öğrenmiştim...
Foto
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder