Yine, yeni, yeniden ihmal ettim buraya yazmayı.
O kadar yazacak şey birikti ki hangisinden, neresinden başlayayım bilemedim.
Normalde yazımın başlığını -alışılagelmişin dışında- yazıyı yazmadan önce koyarım, çünkü anlatacağım hikayemi zaten bilirim. Ancak bu sefer koyamıyorum, nereden başlasam bilemiyorum.
Mart ayından bu yana o kadar güzel şeyler yaşadık ki anlatsam kelimelere sığdıramam herhalde. Bu günceleri ancak günübirlik yazsam o zaman ki hislerimi daha iyi anlatabilirdim. Bilhassa Likya Yolu'nda akşam çadırlarda yazamasam bile Ankara'ya döndüğümde hemen yazmalıydım. Zaten öyle de planlamıştım ama olmadı.
Evet, Likya Yolu...
Uzun süredir hayalini kurduğum yolun bir bölümünü(Ovacık-Bel) nihayet yürüdüm, hem de eşimle birlikte. En büyük hayalimde beni yine yalnız bırakmadı ve benim hayalimi benden çok sahiplendi. Acısıyla tatlısıyla birkaç gün boyunca bana eşlik etti ve hem de karnında bebeğini taşıdığını bile bilmeden. O halde benimle 3 gün yaklaşık 50 km yol yürüdü. Şimdi 8 aylık hamile ve artık oğlumuzu kucağımıza almak için gün sayıyoruz.
Likya patikalarında sayısız güzel çiçek gördük, deniz manzaralı köylerden geçtik, Toroslar'ın soğuk sularından içtik, çok uzaklardan da olsa zirvelerindeki karları gördük ve inanılmaz manzaralar eşliğinde molalar verip güzel fotoğraflar çektik. Mesela ilk gün Kozağaç köyü girişinde yolun hemen kenarında yamaca karşı yaptığı sundurmasında bizi ağırlayan teyzenin nefis portakal suyu ve muhabbeti. Onun hayat hikayesine tanıklık etmek, benim için en az yürüyüş kadar önemli. Çünkü bu coğrafyadan öylece yürüyerek geçmek değil amacım, veya gün sonunda sadece su toplamış bir çift ayağa sahip olmak. Buna karşın, buradaki insanların hayatlarına birkaç saniyeliğine bile olsa dokunmak, hissedebilmek, empati kurmak. Bir hikayenin içinde binlerce farklı karaktere bürünen bir baş kahraman gibi, kendimi onların yerinde görmek...
Kirmede ilk gün akşam yemeğimizin ardından çaylarımızla bize eşlik eden, hatta ilk onu karanlığın içinde gördüğümüzde bizi ürküten yaşlı amcanın getirdiği efsane çam balını yerken hissettiklerim, herhalde uzun bir süre yaşayamadığım cinstendi. Meğerse biz onun bahçesine çok yakın bir yerde kamp atmışız. Akşam karanlığında küçük kulübesine gidip bize bir bardak dolusu bal getirmişti ve benim onu ilk gördüğümde tedirgin olduğum halimden utanmama sebep olmuştu. Bu insanların bu kadar fedakar olduğunu bilmek, memleketimi biraz daha sevmem için beni cesaretlendiriyor.
Sonraki gün de en az ilk günümüz kadar güzel geçti ve ben Faralya yürüyüşünde zevkten adeta dört köşe oldum. İlk günün hırpalayan yoruculuğunu biraz olsun atlatmıştım ancak yinede sırtımda 15 kg yük ile yürümek hiçte kolay olmuyordu. Birçok yerde karımı da duraklatmak zorunda kalıyor ve hatta bir gün önce Ovacık'da çantamı ona teslim edip bir km kadar onun çantasıyla yürüdüğüm o anlar aklıma geliyordu. Kendi çantasını zor bela bana vermeyi ikna edip, benim çantamı bir süre sırtında taşımıştı ve ben bu hamlenin sonrasında kendimi toparlamıştım. Faralya'da Kelebekler Vadisi manzarası bize herşeyi unutturdu. Tatlı patikalar boyunca içinden geçtiğimiz yemyeşil ormanlar, yaşlı kızılçamlar, minik çalılar ve kuş sesleri adeta bir terapi olmuştu. Bir sonraki adımda ne göreceğini, hangi mucizelere tanık olacağını bilmeden yürümek yürümek ve yürümek... Benim için özgürlüğün anlamı oldu. Hani Forest Gump adlı filmde var ya. Tam da onun gibi...
Kabak koyu inişi bir miktar dizleri yordu ancak her ne kadar rüzgarlı denizin keyfini çıkarsam da (burada karım denize girmedi) Alınca çıkışı tuzlu beden ve ağır su yükümle yine beni çok yordu. Aslında yola çıkmadan önce okuduğum rehber kitabında ve bizim daha Ankara'da planladığımız haritalara göre bu Alınca çıkışı öğleden sonra başlanması gereken bir aktivite değildi. Alıncaya kadar gidemeyeceğimizi biliyordum ama, haritam bana yol üzerinde birkaç su kaynağı olduğunu ve kamp atabileceğim düzlükler olduğunu söylüyordu. Su kaynağı bulamadık sadece güzel havuzları olan bir şelaleden sularımızı doldurduk ancak yine yetiremedik. Çıkışta kimsenin olmayışı ve bu ıssızlıkta dağlardan gelen kurt ulumaları eşimi çok endişelendirmişti. Bu sebepten, 6 gibi kampımızı kurduğumuzda bir sürü çalı çırpı toplayıp ateş yaktım, kendimizi güvende hissetmek için. Bu sırada suyumuz da çok azdı -ki buna rağmen dehidre olmak üzere olan bir yaşlı yürüyüşçünün istemesi üzerine suyumuzun yarısını onunla paylaştık- ve eşim köye gidelim az kaldı demesine rağmen ben karanlığa kalırız endişesiyle onu geri çevirmiştim. Kamp kurduğumuz yerde inanılmaz bir deniz manzarası vardı. Ancak hemen arkamız uçurum ve önümüzde dimdik bir dağ. Korkutucu bir bölgeydi ve biz gecenin daha korkutucu olacağını tahmin bile etmemiştik. Az sonra yemeğimizi yedikten sonra çadırımıza çekildik ancak kısa sürede uyuyakalan eşim mide bulantısı ve baş dönmesi ile uyandı. Durumu çok fenaydı ve ben ona bu dağ başında bir şey olsa ne yaparım diye telaşlanmıştım. Telefonlar çekmiyordu. Köy en az 2 saat mesafedeydi. Kabak koyunun ışıkları gözüküyordu ancak oraya inemezdim bile çünkü riskli geçitler vardı. Hayatımın en uzun gecesini o gün yaşadım galiba. Bir ara sabah olduğunda yürüyüşü bitirip dönmemiz gerektiğini bile düşündüm. Eşime bunu yapmaya hakkım yok dedim, karamsarlığa kapıldım. Ancak iyi ki de gece o ateşi çadırdan uzaklaştırdım. Varsın sönsündü. Eşim yabani hayvanlardan korktuğu için ateş yakmıştım lakin bu kadar kötüyken onu düşünemezdim. Çadırın oksijeni artınca karım bir iki saat sonra biraz kendine geldi ve ben sürekli dışarıda nöbet tuttum. İçeri girdiğimde ise kısa sürede inanılmaz bir rüzgar başladı. Vadinin içinde inanılmaz sesler çıkarıp birkaç saniye içerisinde çadırımıza ulaşıyor ve bizi yerimizden fırlatırcasına sarsıyordu. Allah'tan ki çadırı yere iyi sabitlemiştim. Öte yandan hemen ilerimizdeki geçitten aşağıya yuvarlanan kayaların sesi ise korku filmi gibiydi. Yabani hayvan mı rüzgar mı diye düşünürken sabahı ettim. Bütün gece inleyen bir tilki yavrusu eşliğinde neredeyse hiç uyumadım. Sabah erkenden bir şeyler atıştırıp hızlıca yola çıktık ve azıcık su ile köy girişinde su satan amcalara ulaştık. Az ileride ise Denizli'li bir ablanın terasında mükemmel Akdeniz manzarası eşliğinde köy kahvaltımızı yaptık. Hayatımda yaptığım en lezzetli kahvaltı olduğunu düşünmek belkide bir gece önceki yaşadığım sıkıntının mükâfatıydı. İşte şimdi çok mutlu olmuştum. Hiçbir şey umurumda değildi. Bir daha böyle riskler almayacaktım. Gece çok büyük dersler almıştım:
Asla kamp ateşini dağ ile çadır arasına kurmamalısın!
Alınca ile başlayın gün Belceğiz civarında bitti. Yine çok fazla yorucu geçen bir gündü. Sdyma Antik Kenti bizi tarih öncesi çağlara götürdü, antik mimarinin güzelliğiyle büyüledi. Burada Dodurga Köyü'nde bizi evine davet eden teyzeyi hiç ikiletmiyor, direk bahçesine oturuyorduk. Aslında o kadar yorgun ve misafir olmaya istekli duruyordu ki gözlerimiz, ona davet etmek dışında pek de bir şans kalmadı. Burada lezzetli meyve ve sebzeler yedik, yolluğumuzu aldık. Muhabbetimizi ettik. Sit alanı olduğu için kendi bahçesinde tarım yapamayan köylülere üzüldük. Yolluğumuzu, Alınca'dan aldığımız yufka ekmekle beraber ilerleyen vakitlerde yedik. Yerken, yurdum insanının ne kadar fedakâr ne kadar misafirperver olduğunu düşündük. Neticede Atam boşuna dememişti köylü milletin efendisidir diye. Neyse, zor bela Bel köyüne ulaştık ve bir gün önce yaşadığımız depresyondan ötürü kamp atmaktan vazgeçip bizi en yakın Kalkan otobüslerine götürecek asfalta atması için bir köylü bulduk. Gün sonunda Kalkanda idik ve muhteşem bir beyti yedikten sonra bir otelde konakladık.
Aslında Likya yolu maceramız burada son buluyor, çünkü sonraki günlerde Kaş'ı da ziyaret edip geri Ankaraya uçtuk. Kalkan ve Kaşta konakladığımız süre boyunca gördüğümüz yürüyüşçülere iç geçirerek baktım durdum. Sebebi tabi ki yürüyüşü erkenden bitirmiş olmamızdı. Oysaki Ankara'da evimizde haritayı açıp planımızı yaptığımız akşam, Patalya civarına varmayı hedeflemiştik. Karım bu durumdayken şehire uzak bir yerde çadırda konaklamak ve yürüyüşe devam etmek beni biraz ürkütmüştü. Aynı durum Bel köyünde de tekrarlayabilirdi ve ben buna ikinci kez dayanamazdım. Hem 5 haftalık hamile olduğumuzu bile bilmeden bir sürü yol yürümüştük. Muhtemelen böylesi daha hayırlıydı. İyi ki bu kararı vermişim. Likya yolu oralarda bir yerde, hiç kaybolmadı, yüzyıllar boyunca da böyle idi. İnsanlar, kervanlar, kavimler üzerinden geldi geçti. Beni bir daha kucaklamak için bekleyecek, yine giderim, önemli değil...
Son gün, yürüyüş başlangıcında bir gece konakladığımız Ölüdeniz mahallesine geldik ve burada bolca denize girip, sahile kurduğumuz çadırımızda konakladık.
Hayatımın en güzel birkaç günüydü ve deyim yerindeyse tadı damağımda kaldı. Hem karımı daha yakından tanımıştım hem de benim için hava veya su kadar vazgeçilmez olduğunu bir kez daha görmüştüm. Ömrümde ilk defa gördüğüm bu coğrafyayı, onla beraber yürüyüp geçtiğim ve paylaştığım için çok mutluydum. Buraya ilerleyen yaşlarımda bir çok kez geleceğimi daha Dalaman Havalimanı'ndan ayrılmadan biliyordum.
Aşağıdaki albüme bu maceramızın fotoğraflarını ekledim. Bizim yürürken nefesimiz kesildi ancak fotoğraflara sizler bakarken neler hissedersiniz bilmem :)
Albüm
Rotamız:
1. gün
2. gün
3. gün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder