20 Nisan 2025 Pazar

Eski Bir Dostu Ziyarete Gidiyorum

Eski bir dostumu ziyarete gidiyorum ancak, şimdiden ayrılık korkusu sardı bile. Sadece birkaç gün sürecek ama dolu dolu vakit geçireceğimizi biliyorum. Sonrası mı?  Benim aklım hep onda kalacak ama o beni gördüğünde bile hatırlamayacak, daha onunlayken bile unutacak. Oysa geçmişte beraber geçirdiğimiz beş gün kısa da olsa, yedi yıllık bir mazimiz var.

Tam yedi yıl önce bu günlerde tanıştığımız, beraber geçirdiğimiz kısıtlı birkaç günde bile bütün güzelliğini benimle cömertçe paylaşan bir dost. Tüm cazibesi de buradan gelmiyor mu zaten? Hep veren el alan elden daha üstündür derler. Sanırım o, hiç aklımdan çıkmamayı sonsuz bir verici olarak başardı. 

Likya...

Akdeniz doğası ve onun eşsiz bir temsilcisi olarak Likya. Dağlarla iç içe geçmiş, kadim bir medeniyet. Benim içinse kadim bir dost.

Aklıma bu fikir düştüğünden beri içimde bir şeyler yeşeriyor. Uzunca bir süredir algılayamadığım hisler ve iç kıpırtısı. Sanki yaşamanın farklı bir anlamı daha oldu. Büyülü bir yolculuk. Kendimle ve doğayla baş başa kalma fikri. Aklımdakiler, iyi veya kötü tüm düşüncelerim, sorularım, geçmişim, geleceğim, iç dünyam ve ben. Dalgın yürüyüşlerim arasında kendime ve kısacası öze dönüş. Aynı zamanda karanlığımın, savaşlarımın ve korkularımın dünyasına atılan bir adım. 

Çocuklarımla beraber büyümek o kadar güç ki, her gün yeni bir telaş yeni bir savaş ve bu koşturmaca içerisinde kendini, ne yaptığımı ve nereye gideceğimi bilmeden geçen bir hayat. Eskiden en azından direksiyondaki bendim ancak şimdi arka koltuktayım ve nereye gideceğimi bile bilmiyorum çoğu zaman. Sanki ben, ben değilim, sadece bir baba ve bir kocadan ibaretim. Yapması gerekenler içerisinde kaybolmuş, kendisinden talep edilenleri vermekle yükümlü, öz benliğini kenara kaldırmış bir adam. Ama en azından bu konuda farkındalığımın olduğunu biliyorum ve bu beni içten içe mutlu ediyor. Akıntının içerisinde savrulduğumun farkındayım. Oğlanlar büyüdükçe kendime vakit ayırabileceğimi ve sonra kıyıya çıkıp dinlenebileceğimi biliyorum. Onlarla beraber dağ evi yolculuklarımız da beni iyi hissettiriyor aslında ama sanırım benim asıl istediğim şey bazen biraz yalnızlık, sessiz bir ev ve özel zamanlar. Kafana göre takılabilme arzusu aslında. Biraz sanat ve edebiyat. Belki biraz aylaklık ve özgürlük.

Dün, planladığım Likya yolculuğum için biraz özgürlük satın aldım. Verdiğim paraya da hiç acımadım. Hiç giyilmeyecek kıyafetler, sadece birkaç kere kullanılacak eşyalar alan, haz peşinde koşan o kalabalığın aksine benim alışveriş merkezinde daha ulvi bir görevim vardı. Para karşılığı özgürlük.


Ekipmanlarım neredeyse tamam. Birçok şeyi düşündüm ve planladım bile. Aslında ihtiyaç gibi görülen ve gerçekte ihtiyaç olmadığına emin olduğum şeylerim bile tamam. Sırf daha konforlu bir yürüyüş yapabilmek adına. Doğrusu insan hiç ekipmanı olmadan çırılçıplak bile yürüyebilir ve yaşayabilir o topraklarda bu mevsimde. Hem yüzyıllar önce de öyle olmadı mı zaten? Ama artık medeni bir topluma dönüştük ve yanımızda cep telefonu, kablolar, bir şarj istasyonu ve daha niceleri olmak zorunda. Hayatı kolaylaştırdığını ve güzelleştirdiğini inkar etmiyorum aslında, ama getirdiklerinin yanında götürdükleri de var.

Bu kadar sıkı bir planlayıcı da değilimdir. Hayatını ve adımlarını ilmek ilmek belirleyen davranışları ve insanları da sevmem. O yüzden bu hazırlık aşamasını çok da fazla düşünmek ve kurgulamak peşinde değilim. Aşırı düşünmek ve adım adım her şeyi öngörmeye çalışmaktan kurtarmaya çalışıyorum kendimi bu sıralar. Ne demiş şair: "Çok düşünmenin bir ceza olduğuna inanırım ben". Ama sanırım kişilik ve mesleki olarak o yöne biraz daha meyilliyim. Bunu aşabilmek için uğraşıyorum. Önce bir yola çık, sonra o senin gidişini belirleyecek zaten diyorum kendime. Beklemediğin veya planlamadığın sürprizlerle karşılaşınca çok daha anlamlı ve derin olmuyor mu yaşamak zaten? Hayatın anlamı da burada gizli. Birkaç gün sonra ne olacağını bilememenin gizemidir güzel olan. Her gün neler yaşayacağını bildiğin için kaçmadı mı bu hayatın büyüsü? İş, ev sonra tekrar iş ve yeniden ev. Tamamıyla birbirinin aynısı olarak geçen günler ve günden güne azalan içindeki heyecan. Yok, artık yapmayacağım, en azından bu macera için. Bu yüzden daha etkileyici gelir bana böyle yolculuklar. Nerede uyuyacağımı, nelerle karşılaşacağımı, nasıl hislerle uyanacağımı bilmemek duygusu. Unutsak da hayat denen şey de bir yolculuktur zaten. Üniversite için farklı bir şehre olan yolculuğum da evlilik yolculuğum da böyle olmuştu ve nefesimi kesen anılarla dolu birçok yeni ilki bu şekilde tatmıştım. Seçtiğiniz güzergahlar ve size denk gelip de tanıştığınız insanlar güzelleştiriyor bu yolculuğu. Öylece oturup başınıza bir güzellik gelmesini beklemek tamamen ahmakça değil midir? Sen adım atıp yola düzülmediğin sürece hiçbir şey seni bulmayacak. İyi veya kötü...


Çok düşünmenin bir ceza olduğuna inanırım ben. Naif insanlar belki de bu cezayı en çok çekenler olabilir. Naif olmak bir değer olmalıydı oysa... Ama naif kim varsa mutsuz hüzünlü ve melankolik. Hasılı zerre zerre aldı benden her ne varsa.. Geç de olsa anladım, Eşkiyadır bu dünya.

Turgut Uyar


25 Şubat 2023 Cumartesi

Adıyla Yaşasın

 Ailemizin en minik üyesi yaklaşık bir yıl önce aramıza katıldı, adı Deniz Alp. 

Masmavi kundağında yatan bir nur topu, 3 kilo ağırlığında.

Benim oğlan dünyaya geldiği zaman çocuklar doğdu Ukraynada.

Sarı ayçiçeğine benziyorlardı. Putin kesti onları.

Gittiler ana sütüne bile doyamadan.

Evet, son yazımdan 1 ay sonra oğlum dünyaya geldi. Sanırım o yazımda eşimin hamile olduğundan bahsetmemişim. O sıralar Rusya, Ukrayna'yı işgal etti ve savaş başladı. Yaklaşık 1 yıldır sürüyor. Bir çok canlar feda edildi, savaş çok yıkıcı oldu ama ne yazık ki devam ediyor. Savaş benim ülkemde olmuş olsa, belki de yukarıda -birazcık değiştirdiğim- Nazım Hikmet'in şiirindeki hakikati biz yaşayacaktık...  

Bu bir yılda neler mi oldu? En kötüsünden başlıyayım. Kayınbabamın ameliyatından sonra kanser olduğu ortaya çıktı, akciğer kanseri. Çok hızlı bir şekilde yatağa düştü ve şu an kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda. Ona kayınvalidem bakıyor, eşim elinden geldiğince orada olmaya çalışıyor ama elden de bir şey gelmiyor. Sürecin nasıl ilerleyeceği az çok belli ama insan yine de umudunu kaybetmiyor. Zaten umudumuzu kaybetsek geriye neyimiz kalır? 

Gündelik koşturmacamız da devam ediyor elbette. İki çocuklu ebeveynler olarak bu süre zarfında çok zor günler geçirdik. Mesela ilk aklıma gelen Deniz Alp'in abisinden dolayı çok fazla hasta olması ve 2 gün hastanede yatışımız var. Çok şükür şu an sağlıklı ve durmadan büyüyor. Ali Yaman onu çok kıskanıyor ve hırpalıyor(bundan ötürü bizden ciddi tepkiler de gördü) ama o da bir şekilde yolunu buluyor. Her şeye rağmen çok iyi bir abi, hep de böyle olur umarım. Bizim olmadığımız zamanlarda bile hep yan yana olup birbirlerini koruyup kollasınlar isterim, ömür boyu. Haliyle zaman su gibi geçiyor, yakalamakta zorlanıyoruz. Bu anların telaşıyla onların güzel gülüşlerinin tadına varamadan içimizdeki endişe, kaygı, korku, yorgunluk; kısacası karışık duygularla hep günü kurtarıyoruz. Akşam olsa da çocuklar uyusa, şöyle olsa da bir otursak derken sanırım yaşadığımız anın, yani mutlu olabileceğimiz tek zaman diliminin büyüsünü kaçırıyoruz. Umarım bir gün karı koca olarak bunu tersine çevirebiliriz. Yıllar sonra bu cümleleri pişman bir şekilde okuyor olmamak dileğiyle...




Bu arada iş değiştirdim ve biraz da zorlandım açıkcası. Eski alışkanlıkları, arkadaşları ve düzenimi bırakmak kolay olmadı. Ama maddi anlamda hepimiz için en iyisi buydu. 

Sıra güzel habere geldi. Geçen sene yaz ortasında dağ evimizin ilk temellerini atmak üzere bir firmayla sözleşme imzaladık, ev masif ahşap ve teras dahil yaklaşık 70 m2 olacaktı. Sonunda başardık. Ekim başında inşaat başladı ve kısa sürede bitti. Akabinde iç montajı devam etti ve şu an herşeyi bitmiş durumda. Elektrik ve su bağlandığında herşeyimiz hazır. Tabi içini de düzmemiz gerekecek. Kış bitmeden en azından bir soba ve bir köşe takımı koyup bir gece kalmayı planlıyoruz, umarım yetiştirebiliriz. Bu tatlı koşuşturmacalar haliyle bize çok iyi geliyor. Çocuklarımızla orada çok güzel anılar biriktireceğiz, inanıyorum. Şehirde kaybettiğimiz bir çok şeyi orada bulacağımıza eminim. Belki bir kuş cıvıltısı belki koca bir leyleğin kanat sesleri belki de çam ormanlarının keskin reçine kokusu. Belki sadece sessizlik ve sükunet. 



Şu an eşim ve oğlanlar İnegölde. Ailem Malatyada, yaklaşık 45 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan depremin etkisiyle harap olmuş hayalet bir şehirde yaşamaya devam ediyorlar. Çok şükür onlar iyi ve sağlıklı, ben ise yalnızım ama mutluyum. Bugün dağ evinde biraz çalıştım, bir hayli yoruldum ama orada olmak bana huzur veriyor. İyi hissediyorum. Kısmetse Mart ayı içerisinde ağaçlarımızı da dikeceğiz. Sonra hep beraber onların büyümesine ve yeşermesine eşlik edeceğiz. Güzel günler göreceğiz, güneşli günler...

Haftaya küçüğümün 1. yaş günü... 


12 Şubat 2022 Cumartesi

Masal

Sanırım buraya yazmayı hep ihmal edeceğim. Bazı zamanlar dönüp dönüp eski yazılarımı okuyorum. O anları hatırlıyorum ve bu günlüğü tuttuğum için mutlu oluyorum. Ama sonra bir üşengeçliktir bırakmıyor yakamı. Tekrar yazayım diyorum olmuyor, sanki bir engel varmış gibi önümde. 

Ali Yaman 3 yaşını doldurdu. Bizi çok yordu ama hızlı büyüdü, vakit çok hızlı geçti. Gözümüzü bir açıyoruz sabah, bir kapıyoruz akşam. Zaman hakikaten de göreceliymiş. Onun peşinden koşarken su gibi akıyor. Tabi bende zamanı yavaşlatmanın çözümlerini arıyorum. Aslında son zamanlarda ki tek amacım bu.

Buraya yazmadan geçen 1 yıllık süre de sanki 1 ay gibi geçti. Yüksek lisansa başladım, hatta bitirmek üzereyim. Kısmetse Haziranda mezun oluyorum. Dersler, iş ev koşturmacası ve pandemi süreci de birçok açıdan bizi kısıtladı elbette. Bu arada eşim de iş değiştirdi, oğlum kreşe başladı, kayınpederim ameliyat oldu. Yani tatlı yorucu, sıkıntılı süreçlerden de geçtik. Ali Yaman'ın kreşe alışma sürecinde çok üzüldük. Onu çoğu kez ağlarken bırakmak zorunda kaldık ama bunun geçici olduğunu ve onu hiç bırakmayacağımızı da her seferinde ona aşıladık. Vicdan azabı çektik, gözlerimiz dolu dolu oldu ama ebeveynleri olarak doğrunun bu olduğunu da çok iyi biliyorduk. O da zamanla alıştı tabi. Zaman herşeyi çözmüyor mu zaten? Şimdi ise kardeşini bekliyor heyecanla. İnşallah bir ay sonra erkek kardeşini de kucağımıza alacağız. Sonra hayatımız bambaşka bir yöne gidecek biliyorum.

Ekim ayında Mengen'e Nesilce Tatil Köyü'ne gittik. Bol yağmurlu iki günde doğayla iç içe çok güzel bir hafta sonu tatili yaptık. Minik bir ahşap evde kaldık. Soba yaktık, kestane pişirdik. Oğlum o kadar mutluydu ki anlatamam. Bu değişiklik ona da iyi gelmişti. Sonra hızlıca bir karar verdik. Ankara'ya dönünce arsamıza ahşap ev yapmak için hemen hazırlıklara başladım. Uzun zamandan beri hiç bu kadar heyecanlanmamıştım.  Birçok firma ile görüştüm, öğrendim, para durumunu planladım ve en nihayetinde eşimle beraber bir karara vardık. Ankara'da bir evimiz yoktu ama Çamlıdere'de neden olmasındı? Hafta sonları için güzel bir kaçamak olurdu. Gerçi bazı zamanlar kararsızlıklar yaşıyordum ama bu evi yapmaya yine de niyetliydim. En kötü durumda satardım diye düşündüm. Şirin Home Ahşap Evler firmasında karar kıldım ve ufak bir mimari çizim bile yaptık. Tam da o haftalarda piyasa çalkalandı. Ev yapacağım diye 9'dan bozdurduğumuz dolarlar birden 10 seviyesini geçti. Bir iki haftada 18 oldu ve fiyatlar çok arttı. Biz de planları rafa kaldırdık. Sattığımız dolar ve altınlar ise elimizde kaldı. Oldukça stresli geçen birkaç haftaydı...

İnsanın hayatında her zaman bir amaç bir proje bir tutku olmalı. Yoksa körelip gidiyoruz. Ben bu şehirden kaçıp, sistemin kölesi olmak yerine güzel bir köyde güzel bir dağ yamacında yaşama hedefimin peşindeyim. Bunun için finansal özgürlüğümüzü ele almamızı sağlayacak uzun vadeli bir planım var. Çünkü tamamı ile işimizi bırakıp bahçeli bir evde günlerimizi toprakla suyla hayvanlarla geçireceksek, kırsalda bizi geçindirecek bir gelirimiz olmalı. Ancak o zamana kadar hafta sonları kaçıp nefes alabileceğimiz bir de dağ evi istiyorum. İnşallah bir iki yıl içinde yapabilirim. 

Bu yazımın başlığını koyma amacımı neredeyse unutuyordum. Geçenlerde Ali Yaman'a bir masal okuyordum. O kadar çok bam telime dokundu ki yazmadan edemeyeceğim. Burada bir yerlerde dursun, ileride okurum belki. Tabi ki ben orijinal halini biraz değiştirip derledim.

Başka Bir Dünya

Buna bir çare bulmalı

Suyu berrak, yeşili bol, belki bir ormanın kenarına, belki bir dağın yamacına, belki bir gölün kuytusuna taşınmalı. 

Neşeyle şarkılar mırıldanan ardıç kuşlarını duymalı, dut ağacının rüzgarda ettiği dansı izlemeli ve ağustos böceklerinin bestelerini işitmeli.

Bahçemde salınan begonvillerin, nergislerin ve sardunyaların kokusunu alamayacaksam, bostanımdan ışıl ışıl bir bahar havası yeşertemeyeceksem, dalından koparılan taze bir domatese gülümseyemeyeceksem, yaşadığımı nasıl anlarım?

Çocuklarımın güneş gibi parıldayan yüzlerini göremeyeceksem, dostlarımla asma yapraklarının altında neşeyle sohbet edemeyeceksem, pürneşe şarkılar mırıldanan menekşelere kulak veremeyeceksem yaşadığımı nasıl anlarım?

Balıkların su üstünde sıçrayışlarını göremeyeceksem, denizin geveze dalgalarını işitemeyeceksem, berrak suya umutla şiirlerimi mırıldanamayacaksam, nefes aldığımı nasıl anlarım?

Söyleyin.

Herşeyi geride bırakıp kaçmaya değmez mi?

Evet.

Denemeye değerdi...

Sırtladılar evlerini ve düşlerinin peşinden düştüler yola...

Çağrı, Dilek ve Ali Yaman


24 Aralık 2020 Perşembe

Zaman Kısa, Kuşlar Uçuyor

 24.12.2020

Zaman hızla geçiyor.

2 yıldır buralara uzağım. 

Şöyle bir baktım da en son 1 Ocak 2019'da yazmışım. Oğlum dünyaya gelmeden tam 7 gün önce.

Evet, bir oğlum oldu. Neredeyse 2 yaşında.

Bu süre içerisinde kâh güldük kâh ağladık, bir yorulduk bir dinlendik derken vakit hızlıca geçti. 

Büyükler derlerdi de inanmazdım. Çocuk sahibi olunca vakit su gibi akıp geçiyor. Tutamıyoruz.

Üstelik çoğu zaman bu 2 yılın içine bir şey sığdıramadık bile. Beraber yapılmış stresli birkaç tatil, orman yürüyüşü ve doğayla iç içe anlar var tabi. Ancak takdir edersiniz ki daha önceki faaliyetlerimin hiçbirini neredeyse yapamaz oldum.

Birkaç kez eli boş dönülen mantar turu ve iki kere kamp yapma fırsatı...

Tabi ki eskisi gibi aylak aylak gezmek çok işime gelirdi ama artık sorumluluklarım var. Beraber çok güzel bir doğa hatırasında bile oğlanın sızlanıp ağlanması tutmuş ise siz o anlardan pek de birşey anlamıyorsunuz :)

Bir de bütün bir yılımızı heba eden korona pandemisi var. Bütün dünya bu salgın hastalıkla uğraşıyor. Binlerce insan öldü. Milyonlarca insan enfekte oldu. Bizde nasibimizi aldık tabi.

Çok kötü geçen birkaç günün ardından hayattaki tek varlıklarımın eşim ve oğlum olduğunu anladım. Açıkcası gerisi pek de gözümde değil.

Neyse...

Biz yine de vakit buldukça günübirlik doğaya kaçıyoruz. Geziyoruz. Alıç toplayıp, kuşburnu yiyoruz. Biraz temiz hava çekiyoruz ciğerlerimize. Metropol hayatının insanlarına ait tüm kötü koku yayan düşüncelerden arındırıyoruz ruhumuzu. 

Bazen arsamıza taş ev yaptırma hayali kuruyor, belki bir gün kırsalda kendi bahçemizde hayvanlarımızla organik bir hayat sürme ihtimalinin peşine düşüyoruz.

Tabi bu arada 8-5 çalışmaya devam ediyoruz. Dışarıda yılın ilk karı yağarken biz, masamızda, işimizin başında oturuyoruz.

Açıkçası böyle bir gelecek düşlemiyorum. Geçen her gün evrenin kara deliğine atılmış gibi. Oysa ben birkaç yıl sonra bile kuruşu kuruşuna hatırlayacağım dolu dolu günler geçirmek istiyorum.

Hayattan bir gün daha çalacağımız, lezzetli, heyecanlı günler. Oysa şu an o bizden çalıyor, biliyorum.

Hayalimi gerçekleştirmek için hayat bana yaşlanmak seçeneği dışında pek de bir şey sunmuyor. Ancak belki o zaman para biriktirmiş olurum ve emekliliği bir Ege kasabasında hanım ile birlikte geçiririm. 

Oysa ben hayallerimi daha erken gerçekleştirmeliyim. Bunun için de paraya ihtiyacım var. 

O zaman kırsalda bir taş ev yaptırıp haftasonları doğa ile iç içe günler geçirebilirim. Az önce kümesimden topladığım yumurtaları oğluma yedirebilirim. O, bahçede çoban köpeğimiz ile oynarken ben verandada gökyüzünü ve karşımdaki ihtişamlı dağları seyredebilirim.

İşte o zaman, yılın ilk karı yağarken saatlerce avare yürüyebilirim veya karımla şömine başında sahlep içerken kutlayabilirim.

İşte o zaman, en büyük kaygım teslimata yetiştireceğim ürün değil de, kış olmadan budamayı unuttuğum ceviz ağacım olmalı.

Boynum masa başında fıtık olacağına, dizlerim dağlarda kireçlenmeli.

En azından buna değmeli...


1 Ocak 2019 Salı

Kanlıca Mantarı

Bu yıl mevsim itibariyle mantar sezonu çok verimli geçti. Ben de bu fırsattan yararlandım tabii.
Yaz aylarında birçok kez kanlıca planları yapmıştım. Ayrıca sadece bu mantar değil başka birkaç mantar için de iyice araştırma yapmıştım. Zehirli zehirsiz mantarların ayrımını da kağıt üstünde çok iyi biliyordum artık ancak sahada bizzat mantarı eline alınca işlerin değişeceğini de biliyordum. Çünkü benim bilgilerim sadece internetten görme fotoğraflar ile sınırlıydı. Gerçekte bu mantarlar neye benziyordu hiç bilmiyordum. Neyse... Bu yıl deneyimleyip görecektik artık.

Yaz ortalarında kendime fındık dalından yapılma mantar sepeti de almıştım. İlk sonbahar yağmurlarından sonra onu koluma atıp direk Çamlıdere'nin yolunu tuttum. Hoş Ankara'da çok fazla yağmur yoktu fakat kuzeyde daha çok yağmış olacağını tahmin ediyordum. Öyle de olmuş. Gittiğimde orman zemini nemliydi. Zaten arsama çok yakındım. Hemen arsamın arkasındaki tepeye tırmanmaya başladım. Önce şemsiye mantarına benzeyen ama o olmadığını net bildiğim bir tür, ardından kaypak mantar, ardından çayır mantarına çok benzeyen bir tür. Muhtemelen Agaricus ailesinden ancak çok irileşmiş ve bir miktar da bayat olmasına rağmen yine de sepetime atmıştım onları. Onu gizlenmiş ibrelerin altından bulup çıkarmak çok güzel ve eğlenceliydi. Meğer ormanda mantar avcılığı ne kadar zevkliymiş. Bir yandan etrafıma bakınmaya, kuş seslerini dinlemeye, kokuları içime çekmeye bir yandan da zigzag çizerek tepeye doğru çıkmaya devam ediyorum. İçimde hafif bir korku da var ama tedbirliyim. Arada bir ıslık çalıp ses çıkarıyorum ki yaban hayvanları orada olduğumu anlasın. Kısa bir süre sonra 1400 rakımdayım ve işte biraz meşe ve karaçam ağaçları yan yana. Burada zemin normal orman zemini gibi değil, yerlerde yeşillik ve zemini astar gibi kaplayan bir tür sarmaşık türü bitki. Burada kanlıca mantarı olabilir diye düşünürken ilk turuncu güzeli görüyorum. Nasıl bir mutluluk. Sanki onu orada o ıssızlığın içinde ilk ben keşfetmişim, bu güzelliği ilk ben gün yüzüne çıkarmışım gibi.





Hemen etrafına dikkatle bakıyorum. Çünkü o bölgede muhtemelen birkaç kanlıca mantarı daha var. Onları da buluyorum ama bazıları bozulmaya yüz tutmuş. Kurtlu olanları ve sonradan kırmızı veya kara kanlıca olduğunu öğrendiğim türü sepetime atmıyorum. Sepetimdeki kanlıcalar çok yakışıklı olmasa da beni tatmin etmeye yetmişti aslında. Ormandan çıkıp arsama doğru arabayla gidince hemen arsamın yanında Kurtköy evlerinde oturan Ömer abiyle biraz ayaküstü muhabbet ediyoruz. Çayır mantarlarını görür görmez bunlar zehirli deyip attı, çimenlikte bulunanların yendiğini ama çamlıkta bulunanların yenmediğini söyledi, ki bu bilimsel olarak da doğruydu. Kanlıcalarımı görüncede gözlerinde yıldızlar parladı ama onlar ne yazık ki akşam benim mideme gireceklerdi. Arsama atılan mucurların ise Karayollarına ait olduğunu ve asfalt dökme işlemini tamamladıktan sonra kısa sürede çekeceklerini söyledi. Öyle de oldu. Birkaç hafta sonra tekrar mantara gittiğimde arsamın temizlendiğini gördüm. Bakmadım ancak 480 lira vererek etrafını işaretletip köşelere çaktığım demir çubuklar da muhtemelen yerinden oynamıştı.

Sonraki hafta Gerede doğa yürüyüşümüzde de onlarca mantar görüp, kanlıca ve cincileleri toplamıştık. Mola verdiğimiz esnada hepsini közleyip yedik. Gerçekten çok lezzetli ve huzurlu bir yürüyüş olmuştu. Şansımıza son birkaç gündür çok güzel yağmur yağıyordu. O sabah ise güneş çıkmıştı. Dağ taş mantar kaynıyordu. Malkadınlar, büyülü sinek mantarları, cincileler, kanlıcalar koçaklar, telliceler, bir sürü bilmediğimiz başka mantarlar vesaire vesaire ve ormanın içlerinde de hiç bu kadar fazla insan gördüğümü hatırlamıyordum. Her köşeden piknikçi veya mantarcı bir aile beliriyordu. Olsundu, biz insan seslerini duymazdan gelmeye çalışırdık, her zaman yaptığımız gibi. Bir miktar mantarı da o akşam eve getirdim. Bol tereyağında mükemmel bir sote yapıp eşimle iştahlı iştahlı gömdük.


Zati abim ve ben:


Sonraki haftalarda soğuk erken çöktü, kanlıcaların donmuş olabileceklerini ancak farklı mantarlar bulabileceğimi düşünerek tekrar atladım yola. İlk önce haritalarımda işaretlediğim kanlıca merama doğru ufak ufak çıktım. Farklı farklı mantarlar gördüm. Bunlar hava soğuyunca çıkıyorlardı besbelli. Limon kokulu bir tür mantar, kazayağı sandığım değişik bir mantar, sonradan şekerlice olduğunu öğrendiğim bir mantar derken yine merama geldim. Neredeyse hiç kanlıca yoktu, sadece bir iki tane çok iri ve yeşermiş -muhtemelen don yemiş- bir mantar. Yine de attım sepetime. Toplaya toplaya ilerledim ve arabama döndüm. Etraftan kuşburnu toplamaya başladım. Arabamla az daha ileriye gidip farklı kuşburnu ağaçlarından toplamaya devam ettim, yanımda otlayan ineklerin çanlarının çıkardığı ses eşliğinde. Yarım poşet kuşburnuyu toplarken doğayı dinlemek çok iyi geldi, yavaş yavaş, hiçbir şeye yetişme kaygısı olmadan. Tam aracıma dönecekken çobanı gördüm. Biraz muhabbet ettik ve ondan mera öğrenme niyetiyle kanlıca mantarı toplamaya geldiğimi söyledim. Bu sıralar insanların buraya mantar toplamaya geldiğini ve onları sık sık gördüğünü söyledi. Az ilerideki kuru dere yatağını takip edip ileride soldaki orman açıklığında ocak olduğunu söyledi. Hemen aldım sepeti düştüm yola. Bu minik vadide yürümek hoşuma gitmişti. Kayaların üstü buzlanmıştı, güneş gören yerler ise çözülüyordu. Domuz dışkıları görmüştüm bolca ve bir de domuz yatağı. Biraz ileride de orta yaşlı bir amca gördüm, onda da kova vardı. Kanlıca arıyor fakat bulamıyordu. Benim sepetimdekileri görünce "onları sakın atma ha soğuk yemiş, hiçbir şey olmaz pişir ye" dedi. Onla konuşurken hemen dibimde bir kanlıca daha buldum ve sonra yoluma devam ettim. Yukarılara doğru bir iki tane daha buldum ancak kanlıca ocağını bulamadım. İşte sepetimdekiler:



Akşama doğru Ankara yolculuğuma başladım. Eşimi sabah Meral ablaya bırakmıştım dolayısıyla direk oraya gidecektim. Kanlıcalarım biraz kötü göründükleri için pek içlerine sinmedi. Ben de insanlara yedirmek istemedim ve bir anlık şaşkınlıkla doğradığım mantarları çöpe attım. Aslında kendi evimizde olsak kesin yapardım ancak orada insanların gözündeki şüpheyi görünce onlara yedirmekten vazgeçtim. Sonradan çok hayıflandım ancak iş işten geçmişti. Yeşermiş kanlıcaların da rahat rahat yenilebileceğini internetten  birçok insandan duydum sonraki haftalarda. Bir daha böyle bir şey ile karşılaşırsam artık ne yapmam gerektiğini biliyordum. Mantarlarıma yazık etmeyecektim.

İşte şimdi Ocak ayındayız, her taraf karla kaplı. Sonbahar verimli geçti, sezon bitti. Mantara doydum ancak bir o kadar da bağlandım. Baharın gelmesini iple çekiyorum desem yalan olmaz. Bakalım baharda hangi mantarlar ile karşılaşacağız...





16 Aralık 2018 Pazar

Bir Tutkudur Alabalık

Bu sene sezon başlamadan birçok kez Abant Alası planları yapmıştım. Hatta kamplı bir etkinlik yapıp iki gün avlanabilirdim. Ancak kamp nasip olmasa da balık avı nasip oldu. Günübirlik iki kere Abant'a gittim. İkisinden de eli boş döndüm.  İlk gidişimde karlar daha yeni eridiği için göldeki balıklar henüz canlanmamıştı. Kaşığıma vuruş dahi alamadım. Abant'ta kaşık pek çalışmıyor. Birkaç olta ile alabalık toplarıyla dip takımı yapıp beklemek gerekiyor. Etrafımda dip takımıyla, yasak olsa dahi canlı kurt ile avlanan kişilerde hiçbir şey yakalayamamıştı. İkinci gidişimde artık havalar biraz daha ısınmıştı ancak ne yaptımsa da yine bir alabalık kandıramadım. Kurşunlu dip takımına da balık takılmadı. Göl etrafında biraz keşif yapmaya çalıştım ancak bir balık hariç kimse de birşey göremedim. Galiba bu göl bilinçsiz avcılar yüzünden kurumaya yüz tutmuş. Bu sebepten her yıl binlerce yavru salınıyor fakat verim yine de çok düşük.

Tabi bu dönemlerde eski göz ağrım Köroğlu deresine de uğradım ancak orada dahi hiçbir vuruş ve takip alamadım. Buranın da bilinçsiz ve fazla avlanmaya maruz kaldığını düşünüyorum çünkü Kartalkaya yolu üzerinde, ulaşımı çok basit. Hem İstanbul'a hem Ankaraya yakın. Hem az aşağısında da baraj yapılıyor. Birçok etken var. Artık burada soylarının birkaç yıl içinde tükeneceğini düşünüyorum.

Ağustos ayında ise günübirlik Yedigöller'e uğradım. Burada verimin düşük, balıkların çok nazlı olduğunu biliyordum ancak yine de gitmek istedim. Büyük Göl de birçok kefal var ancak kaşığa gelmiyorlar. Kaşık suya düşer düşmez korkudan etrafa kaçışıyorlar. Bir alttaki küçük gölde ise avlanmak yasak olduğu halde bir iki kez güvenlik güçlerine yakalanmadan atış yaptım. Burayı görür görmez içinde alabalık olduğunu anlamıştım. Günün ilk saatlerinde hareketlenmeye başlamışlar, yüzeydeki sineklere çıkıyorlardı. Çok güzel görüntüler sundular bana. Hem oltamda hem de gölün üstünde. Bir hayli ufak oldukları için fotoğraflarını çekip yaşama alanlarına geri iade ettim.



Sonraki haftalarda arkadaşım Tuna ve onun bir arkadaşı ile Mengen Hızar Deresine doğru yola çıktık. Karaca Göleti diye bir göl duymuştum. Yerini belirlemek bir hayli zor oldu ancak yürüyüş yapan bir kişinin koordinatlarından buldum. Arabam patika yoldan çok fazla çıkamadı. Risk almamak için aracı park edip yürümeye karar verdik. Az sonra bir orman köylüsü tarafından traktöre davet edildik. Römorkunda sarsıntılı ama keyifli dakikalar geçirdik. Tarif ettiğimiz gölü hemen tanıdı ve bizi orada bıraktı. Göle ilk gittiğimde hemen hayal kırıklığına uğramıştım. Çünkü suyu azalmış ve yosunlar, ağaç dalları bir hayli çoğalmıştı. Burada kaşık sallamak biraz zor olacaktı ancak hemen denemeye başladık. Biraz denedikten sonra diğer oltamı çıkarıp dip takımı yapmaya karar verdim. ancak onu kuralı yarım saat olmamıştı ki Tuna ve arkadaşı vazgeçip yürüyüş yapmak istediler. Pek istemememe rağmen çoğunluğa uymak zorunda kaldım. 4-5 km yürüyüş yaptıktan sonra arabaya döndük ve Ankaraya dönüş yolunda onları Şahinler Tabiat Parkındaki göle götürmeye ikna ettim. Çünkü göl çok verimliydi ve en azından burada oltamıza tatlı su kefali takılırsa biraz heyecan yaşarız diye düşünmüştüm. Gerçekten de öyle oldu neredeyse on onbeş adet balık yakalayıp saldım. Bir iki tanesini alıkoyduk ancak pişirip yemek nasip olmadı.

Bu şekilde bir iki alabalık denemem daha oldu Kızılcahamam da ve Çamlıdere civarında. Her seferinde eli boş döndüm. Ufak derelerde kırmızı benekleri görmeyi umut ettim ama başarısız oldum. Benim için kötü bir sezondu. Sonbahar geldikten sonra hiç avlanamadım. Bahar ayını beklemekten başka bir çarem kalmadı. Umarım yeni sezon daha verimli geçer. Bu sezon pek verimli geçmedi belki de önceki kış ayı hiç kar yağmadığı için olabilir diye düşünüyorum. Ben balıkların az olmasını buna yoruyorum. Mevsimler değiştikçe hayvanlar uyum kurmakta güçleniyorlar elbette. Belkide yanılıyorumdur.

Her neyse, alabalık bahane, doğada vakit geçirmek şahane. Balık avlarken yemyeşil ormanda bulunmak, kuş cıvıltıları eşliğinde vakit geçirmek anlatılmaz sadece yaşanır. Bazen güzel böğürtlenler veya dağ çilekleri tatmak bile bütün gün uğraşıp balık avlayamama hüznünü aniden silebiliyor. Adeta bir ruhsal yenilenme yaşıyoruz doğa ananın kucağında...

Seneye güzel balıklar yakalamak dileğiyle. Rastgele...





2 Aralık 2018 Pazar

Fotokapan Denemelerim

Likya yolu maceralarımızdan sonra fotokapan çalışmalarına hız verdim. Fotokapanı kendim kurmalıydım çünkü grup olarak uzun süredir yürüyüş yapmıyorduk. Uzun araştırmalarım sonucu fotokapanı Kızıl Geyik görmek ümidiyle Çamlıdere civarına kurmayı planladım. Bu bölgede geyik olduğunu biliyorum zira kendi arsamı satın alırken konuştuğum bir yerli buranın çok doğal ve yaban hayatı açısından canlı olduğunu, sık sık geyik görebildiklerini söylemişti. Bozayıların da bol olduğunu sözlerine ekleyerek devam etmişti, angutların, leyleklerin göç yolunda bulunduğunu, bahar aylarında binbir çeşit kuşa ev sahipliği yaptığını hatta nesli tükenme tehlikesi altında olan kara akbabanın da buraları mesken edindiğini söylemişti. Geçtiğimiz yıl ise Avdan köyü yolunda bir arkadaşının gece önüne aniden çıkan vaşağa çarptığını ve Orman Bakanlığı'ndan gelen yetkililerin telef olan hayvanı aldıklarını söylemişti. Herhalde böyle hayvanların içini boşaltıp müzeler için dolduruyorlar diye düşünmüştüm. Mesela Abant Gölü Tabiat Parkı'nda bulunan müze ölü hayvanların içi boşaltılıp doldurularak kurulmuş çok gerçekçi bir yaban hayatı müzesidir. Görmenizi tavsiye ederim.

Neyse, sadede geleyim. Mayıs ayında eşimle Çamkoru Tabiat Parkına gittik ve dönüşte fotokapanımızı Avdan Köyü arkasındaki ormanlık alana bıraktık. Birazda bozuk balık serpiştirdik. Gayet güzel bir patikaydı ve dibine kadar arabayla rahatlıkla gidebilmiştik. 20 metre kadar içeri yürüyüp fotokapanı kurduk. Yaklaşık 3 hafta sonra görüntüleri almaya iş yerinden arkadaşım Onur ile gittiğimizde bölgeye çok fazla yağmur yağdığını ve patikanın çamur olduğunu gördük, arabayı riske atmadık. Ana yolda arabayı bırakıp yaklaşık 4 km içeri doğru yürüdük. Bir yandan da mantar bakmaktı amacımız ancak bulduğumuz mantar türleri yenebilir lezzetli mantarlardan değildi. Mantar açısından kötü ancak fotokapan açısından verimli bir gün olacağını nereden bilebilirdim. Fotoğraflara orada hızlıca göz gezdirdik ve kurt ayı domuz ve kızıl geyik fotoğrafları gördük. Kızıl geyik bir anneydi ve iki de yavrusu vardı. İnanılmaz bir görüntüydü ve o an büyülenmiştim. Nasıl sevindiğimi anlatamam. Herşeye rağmen, insanoğlunun tüm kötü uğraşlarına rağmen oradaydılar. Sağlıklı bir şekilde üreyip çoğalabiliyorlardı. Keşke erkek geyik de görebilseydik, ihtişamlı boynuzlarını seyredebilseydik ancak buna da şükür. Her şey yolundaydı. Eve mutlu mesut döndüm ve görüntüleri yürüyüş grubumuzla paylaştım. Hemen herkes en az benim kadar sevindi. Mükemmel bir gündü...

Vaşak ile randevumuz yine bir sonraki sefere kalmıştı. Bana yine kendini göstermemişti. Ama olsundu. Kızıl geyikler ve yakışıklı ayı bana yetmişti. Belki ileride bir gün yine bu ormanlarda erkek geyik için tekrar fotokapan kurarım diye düşünüp, gözümü Kızılcahamam civarı Soğuksu Milli Parkı civarına dikmiştim...




Birkaç ay sonra Kızılcaören köyünün arka taraflarında bir yere fotokapanımı kurmak için yola çıktım. Ancak yol kötü olduğu için köyün arkalarına gidemedim. Tek başıma ormanın içlerine çok girmek istemediğim için yakınlarda bir yere fotokapanı kurdum ve içime sinmediği için bir hafta sonra onu oradan aldım. İyiki de almışım, mantar toplayan teyzeler ve ineklerden başka hiçbir şey yoktu desem yeridir. Hatta bir kişi fotokapanı görmüş, ellemiş ve bir miktar kaydırmış. Ancak üzerindeki yazıyı görmüş olsa gerek ki öylece bırakmış. Hırsızlık vakalarına karşın üzerine "T.C. Orman Bakanlığı malıdır. GPS ile takip edilmektedir." yazılı bir etiket yapıştırmıştım. İşe yaramış olmalı...

Temmuz ayının 17. gününde doğum günü iznimi kullanıp şirkete gitmemiştim. O gün fotokapan kurmak üzere gözümü Mahkemeağcın vadisinin içlerine dikmiştim. Yol patikaydı ve fena değildi. Burayı biliyordum. Birkaç hafta önce keşfe gelmiştim. Bir süre gittim ancak derinlerde ormancıları ve ailelerini gördüm. Geçici çadır kuruyorlardı. Bütün bir yaz burada ağaçları toplayacaklarını söylediler. Onlardan uzaklaşmak için bir süre daha gittim ve bir kavşak noktası yakınına fotokapanımı kurdum. Buradan ümitliydim. İnsan faaliyetleri fazlaydı ancak bu vadide vaşakların olduğunu biliyordum. Zaten hemen yukarısı Soğuksu Milli Parkıydı. Burada vaşaklar koruma altındaydı. Umarım bir tanesini görecektim.

Bir ay kadar sonra fotokapanı alıp eve geldim. Hızlıca bilgisayarımdan fotoğrafları açtım. Eşimde benim kadar heyecanlanmıştı ve fotoğrafları o ilerletiyordu. İlk gördüğüm birkaç insan fotoğrafı beni üzmüştü ama az sonra ilk vaşağı gördük. Sevinç naraları atmıştım. Üstelik ilerleyen fotoğraflarda da birçok vaşak vardı. Bir tane de bebek vaşak vardı. Ancak hep gece vaktini seçtikleri için net bir gündüz fotoğrafı yoktu.

Her zamanki gibi ayı kurt ve domuz fotoğrafları da vaşaklara eşlik ediyordu. Büyük bir kurt sürüsü fotoğraflamak ümidim yine suya düşmüştü. Sadece iki kurt vardı ve fotokapana muhtemelen hep o ikisi poz vermişti. Ancak vaşakların farklı birey olduklarına emindim.