21 Ekim 2017 Cumartesi

Kurumcu Köyü Yürüyüşü(15.10.2017)

Mevsim Sonbahar. Yeşil Yol Doğa Yürüyüşü Kulübü ile sonbaharın ilk yürüyüşü. Sabah erken saatlerde Kurumcu köyüne varıyoruz. Hava bir hayli serin. Bu sene kış erken gelecek olmalı.
Ekip ufak bir hazırlıktan sonra rehberimiz Zati Erbaşın peşine düşüyor. Vadi yatağından yükseldikçe önümüze çıkan alıç, kuşburnu, karamuk gibi sonbahar meyvelerinin tadına bakıyoruz. Mevsim itibariyle alıç çok yoğun, az ileride gördüğümüz ayı dışkısından da anladığımız kadarıyla bu mevsimde onlarda bu meyveye yoğun ilgi gösteriyor. Kışa girmeden önce bolca şekerli meyve yiyip kilo almalılar, aksi takdirde ilkbaharı göremeyecekler. Aynı bölgede bir domuz dışkısı da görüyoruz. Şu ana kadar birçok kez domuz dışkısı gördüm, artık ayırt edebiliyorum fakat bu dışkı çok farklı. Yaklaşık yarım metrelik bir naylon ip ve etrafına dizili dışkı taneleri. Adeta büyük bir tesbih. Beslenirken bir şekilde bu çöpü fark etmemiş olmalı. Olduğu gibi yutmuş ancak sonra geri çıkarmayı da başarmış. İşte bu durum insanoğlunun doğayı acımasızca kirletmesinin çok net bir örneği. Hayvanlara bunu yapmaya hakkımız yok. Kim bilir doğada ne kadar canlı bizim doğal olmayan sentetik atıklarımız ile yüz yüze kalıyor, onları besin zannedip mideye indiriyor. Belki bir çok canlı bu domuz kadar şanslı olmayabiliyor ve bu döngüden kaybolup gidiyor. Elbetteki normal yaşam döngüsünde birçok hayvan ölürken, başka bir çok diğer hayvana yaşam fırsatı veriyor, ancak bu insan eliyle olmamalı diye düşünüyorum yürüyüşe devam ederken...

Bu yürüyüşümüzde hiç görmediğim kadar, yırtıcı, leşçil kuş türü görüyorum. Kartal ve Kara Akbaba bunların başında. Çok yükseklerde hiç kanat çırpmadan yükselen bir Kara Akbabanın bunu nasıl başardığının hikayesini dinliyoruz Zati Hoca'dan. Yürüyüş ilerledikçe, gal arısı yuvasının büyüleyici hikayesini, bölgede yaşayan hayvanların izini sürmeyi, temizlik ağaçlarını, geyiklerin çiftleşme mevsimi olması sebebiyle ağaçlar üzerinde nasıl güç gösterisi yaptığının işaretlerini görüyor ve öğreniyoruz. Hava bu kadar soğuk olmasa belki mantarlar hakkında da birçok bilgi öğreneceğiz fakat orman zemini nemli olmasına rağmen hava çok soğuk olduğu için ne yazık ki bu şansı yakalayamıyoruz. Zirvedeki gölde yemek molası ardından, öğlene kadar kazandığımız yaklaşık 500 metrelik irtifayı tekrar inip Kurumcu köyü civarında doğa ananın çok güzel bir gününe eşlik etmiş olmanın verdiği huzurla doğa yürüyüşümüze son veriyoruz.

Bir kez daha şehirlerin değil, doğanın bir parçası olduğumuzu anlıyor, ormanın fısıltılarına kulak verip bize anlattıklarını dinliyoruz. Kendimizi ararken gözden kaçırdıklarımızı fark ediyoruz...

Fotoğraflar




13 Ağustos 2017 Pazar

Yaylada Kamp(05-06.08.2017)

Ağustos ayının ilk hafta sonundayız. Sıcaklar çok fena kavuruyor fakat birkaç gündür pek de fena değil. Yine yaşanabilir seviyelere gelmiş vaziyette. Ne de olsa yazın son ayındayız. Artık yaz sırayı sonbahara bırakacak, sonbahar kışa, kış bahara...
Yüzyıllarca sürüp giden mükemmel bir düzenin içerisindeyiz bilmem fark ediyor musunuz? Doğayla haşir neşir olduğum şu son bir yılda bunun daha çok farkına vardım. Artık çok ciddi bir farkındalık halindeyim. Gündelik hayatta bile kafamı kaldırıp bir ağaca baktığımda çok farklı şeyler görüyorum. Bazen güzel bir kuş, bazen yeni yeşermiş sürgünler, bazen ufak bir mantar. Önceleri ne kadar da dikkatsizmişim diyorum kendime. Biz gündelik hayatta iş-güç koştururken doğada bizim gibi hiç durmuyor. Canlılar sürekli bir koşuşturma halinde. Eskiden üstüne basıp çiğneyip geçtiğim otlar artık benim için sıradan değil, eğilip bir kez daha bakıyorum. Bazen o bastığım otun, sofralarımızı şenlendiren kekik olduğunu fark ediyorum. Kokusunu içime çekiyorum. Bazen bir dağ çileği, bazen bir karınca yuvası, bazen yabani bir hayvanın dışkısı... Eskiden çalılık dikenlik dediğim yerlerin içerisine biraz daha dikkatli baktığımda ahududuları böğürtlenleri ve kuşburnuları görüyorum, gülümsüyorum. Çoğu insanın "amaan, ne kadar da ilgi çekici olabilir" dediğini şimdiden duyar gibiyim. Ancak benim için o görüntü sadece o andan ibaret olmuyor her zaman. Düşünün, o tohum bir önceki sonbahardan beri toprağın altında. Üzerine tonlarca yağmur ve kar düştü. Bir sürü yabani hayvan çiğnedi geçti ama o sabırla bir sonraki baharı bekledi. Her yıl olduğu gibi o yıl da vaktinin geleceğini biliyordu. Ve zamanı geldiğinde bütün cömertliği ile topraktan fışkırdı ve güzel meyvelerini sundu bize... Doğa bize bir şeyler anlatıyor. Her şeye rağmen güzel günlerin, senin günlerinin geleceğini bilerek, sabret. Unutma, gecenin en zifiri karanlık olduğu an, gün doğumuna en yakın olan andır...

Sanırım bu kadar edebiyat yeter :) Hafta içi iş yerindeyken trekking arkadaşım Tuna aradı. Bir önceki avımdan ona bir takım fotoğraflar göndermiştim. Zannedersem fazlasıyla tahrik edici olmuş olmalı ki, telefonda hafta sonu alabalık avını da içeren çadırlı kamp yapmayı teklif etti. Eşimden izin almam gerekiyor dedim açıkca :) Cuma sabahı ise tamam geliyorum dedim. Cumartesi günü sabah 6.00'da benim evimin önünde olacağını söyledi. Hemen hazırlıklarımı yaptım. Çantamı ve takımlarımı topladım. Sabah 5.40 gibi ayaktaydım, Tuna aradı ve biraz gecikeceğini söyledi. 6.30 gibi aşağı indiğimde üç arkadaşı ve Tuna beni bekliyordu. Arkadaşlarıyla tanıştım, bir yerde poğaça filan alıp yola koyulduk. Daha bir saat geçmemişti ki yağmur bastırdı. Ve hemen hemen kamp yerimize ulaşıncaya kadar da durmadı. Bu yağmur bizi biraz üzdü fakat yapacak bir şey yoktu. Kuralları doğa ana koyardı, bizler sadece figüranlardık!

İlk başta koyduğumuz plana uyamadık, çünkü Koray'ın işleri için telefonun çektiği yere ihtiyacı vardı. Telefon çeken yeri bulmak için Tuna dağa tırmandıkça tırmanıyor, vakit geçtikçe geçiyordu. Nihayet telefon çeken yerler bulduğumuzda da çadır atmak için uygun olmadığını düşünüp yeni yerlere direksiyon sallıyordu. Ah Tuna ah, çadır atacağımız yere vardığımızda saat tam 11.00'dı :) Biraz sıkılmıştım fakat ona da çaktırmamaya çalışıyordum. Saat oldukça geçti, balık avı yalan olmuştu. Neyse...

Terk edilmiş ama buz gibi bir çeşmesi olan bir yaylada, sonradan boyası badanası yapılmış bir yayla evine konumlandık. Kahvaltılık birşeyler yedik, içki içtik, konuştuk, eğlendik, içimize bolca oksijen çektik. Sonra çadırlarımızı kurmak için bir ikiyüz metre öteye gittik. Ben ısrarla yayla evinin yanında çadır atalım diye görüş belirttim. Çadır kurarken ara ara sağanak yağmura yakalandık. Sonra geri yayla evine dönüp mangal yaktık, Tunanın enfes antrikotlarını yedik. Korayla Ziya çadırlarında çoktan uyumuşlardı bile. Sonra ani bir kararla çadırlarımızı yayla evinin yanına taşıdık ve gece boyunca içki içip müzik dinledik. Tuna ile de ertesi gün sabah balığa gitmeye karar verdik. Tahminlerimize göre önümüzdeki sırttan aşağı 1600 rakıma inersek dere ile karşılaşacaktık. Burada bizzat dere ismi ve yayla ismi vermek isterdim fakat nedenini bilmediğim bir koruma içgüdüsü var içimde. Hoş Dağlara Kaçış blogum okunmuyor fakat bu bakir yerlerin av baskısı ile dolmasını da istemiyorum.



Gece 11 gibi çadırıma çekildim. Uyku tulumuma girdim. Bu vesileyle ilk defa deniyorum ancak biraz küçük geldi, zor sığdım içine. Değiştirmem gerekecek. Bir saat kadar sonra müthiş bir fırtına ve yağmurla uyandım. Çadırlarına koşuşturan arkadaşların sesini duydum. Biraz uyanık kaldım, çadırı kontrol ettim ancak su almıyor, güzel. Sonraki bir iki saat pek uyuyamadım, bir ara arkadaşların homurtularını ayı sandım. Çeşmenin seslerini yabani hayvan sesine filan benzettim. Korkmadım diyemem. Ancak neticede uyku ağır bastı.

Sabah uyandığımda saat 6 civarıydı, çişimi yapmak için dışarı çıktım. Aslında şu an balık için hareket etmeliydik ama Tuna'nın da çadırında hareket görmeyince tekrar uyudum. 09.30 gibi Tuna'nın sesine uyandım. Kahvaltı hazırlamıştı, hızlıca yiyip dağların prensleri için yola çıktık. İniş kısa sürdü. Yarım saatte deredeydik. Ancak yanımızda hiç su yoktu, sadece birer adet muz vardı. Derede kana kana su içtim ve olta sallamaya başladık. Birkaç gölet sonra ilk takibi aldım, olta arkadaşım da aldı.
Ancak oltamızda kırımızı benekler henüz yoktu. Güzel bir havuzda Tuna burayı bana bırakıp "Buradan bir tane balık al, hadi göreyim seni" dedi. Ben bu gazla birkaç kez olta salladım. Bir balık gördüm. Ancak ondan sonra takip almadım. Israrla farklı köşeleri denedim ve yine kamışımın ucunun titremesiyle yakaladığım müthiş haz ve minnet duygusu...
Bu ormanları seviyorum, taşı toprağı, havası, insanın içini ürpertişi, vahşi hayatı, derin vadileri ve zirveleri ile özgürlüğün ölüme ne kadar yakın olduğunu hissettirişi... Mükemmel bir his.
Bir ara kaçtı zannettim, fakat halen orada olduğunu anlamam ile sertçe kamışımı çektim. Daha balık havadayken iğneden kurtuldu ve Allahtan dereye değil de kenardaki taşlık alana düştü. Hızlıca üzerine hücum ettim. Tekrar dereye düşmeden kucakladım. Nasıl bağırdım hatırlamıyorum ama iki saniye içinde Tuna yanımdaydı. Korktum birşey oldu sandım dedi. Ona yakışıklı dağ çocuğunu gösterdim. Evet yakışıklı çünkü bir erkek ala, gerçekten âlâ...


Fotoğraf bile çektirmek istemeyen bir yaramaz. Zapt etmek için o kadar uğraştım ki, bir an bile elimde durmadı. Hızlıca fotoğraflar alıp dereye geri bıraktık. Doğal yaşam alanına bırakırken de videolar çektik. Sonra soyunup aynı havuza biz de girdik. Mis gibi serinledik, biraz yüzdük. Sonra tekrar üzerlerimizi giyip yaylaya doğru yola çıktık. Bu sefer farklı ve uzun bir istikametten gidecektik. Su olmadığını bildiğim için dereden bolca su içtim ve yola çıktık. Sohbet ede ede çıkarken yolu çok fazla uzattığımızı fark etmedik. Yanımızdaki derin vadinin etrafından tırmandıkça tırmanıyorduk. Bol bol çilek molası verip birşeyler yemeyi de ihmal etmiyorduk. Neredeyse 1900lü rakımlara gelmiştik, çok susamış ve acıkmıştım. Yanıma su almadığım için kendime kızdım. Bir ara burnumu silerken burnum kanadı. Sorun değildi fakat o kadar ıssız bir yerde farklı bir şey olsaydı yanımızda ilk yardım kitimiz de yoktu. Dağlarda şartlar aniden değişebiliyor, bunu birkez daha anladım. Nasıl olsa 2 km ötede diyerek hazırlıksız çıktığınız bir yolun dönüşü hiç de o kadar kolay olmayabiliyor. Her daim yola hazırlık çıkmanın ne kadar önemli olduğunu algılıyorum. Bol bol zigzag çizerek ormanda yükseliyor ve yoruluyoruz. Bir yandan da offline haritalarımıza bakıp yayla yoluna çıkmaya çalışıyoruz. Allahtan Tuna bir sürprizle çantasından küçük kutu bal çıkarıyor. Bu gerçekten beni kendime biraz olsun getirdi. Tırmanışın başından beri taşıdığım çantayı Tuna'ya devrettim ve haritaya baka baka tırmandım. Zirveye 50 metre kala çok kayalık bir alanla karşılaştık. Çok dikkatlice burayı da tırmandık ve güzel fotoğraflar aldık. Bu dakikadan sonra sahne aniden değişti. Güzel bir düzlük ve 2 km ötede yaylamızın evleri.


Hemen hemen 2050 civarındayız. Gök gürültüsü ile karşılaşıyoruz. Ancak evler henüz gözükmese de yayla artık ileride, bunu biliyorum. Burada bolca küçükbaş hayvan dışkısı var. Demek ki köylü sık sık buraya hayvan otlatmaya geliyor. Yaylaya inerken yine frambuaz gördüm. Dünden beri gördüğüm bütün frambuazlar yeşildi. Çünkü çok yükseklerdeyiz, sıcaklık yeterince uygun değil. Lakin buradaki frambuazlar kızarmış. Burasının açıklık olması ve gün ışığını iyi alıyor olmasından herhalde diye düşündüm.



Neyseki yarım saat sonra yayladaydık. Yarım saatlik iniş, biraz da tecrübesizlikle 2 saatlik aralıksız çıkış olmuştu. Arkadaşlar mangalı yakmışlardı, pirzolalar pişmek üzereydi. Hızlıca yedik ve toparlandık. Aniden sağanak yağmur bastırdı, ama ne yağmur. İki dakikada ortalığı sel götürdü. Umarım dönüş yolunda bir şey olmaz diyerek yola çıktık. Bir süre çamurlu patika yollardan devam ettik. Yanımızda akan derecik adeta çamur akmaya başlamıştı.Ancak yarım saat sonra sağ salim asfalt yola çıkmıştık. İyisiyle kötüsüyle yine bir dağ macerası sonlanmıştı, güzel arkadaşlar edinilmişti ve ben doğa anadan çok şey öğrenmiştim...

Foto

11 Ağustos 2017 Cuma

Sabrın Sonu Selamet(29.07.2017)

Bir günde tam 270 km yolculuk, yaklaşık 16 km yürüyüş. Gün sonunda su toplamış yaralı ayaklar. Üstelik sadece bir çeyrek peynir ekmek arası yolluk ile... Hepsi tek bir şey için...
Alabalık aşkı başkadır. Size doğayı keşfetme fırsatı sunar. Hayatın, varoluşun amacını sorgulatır. Sabrı öğretir. Doğa anayı sevdirir. Bazen korkutur bazen yalnızlaştırır ama sonunda mükafatını en güzel haliyle sunar...
Yaşadığı yerler güzel, içtiği sular güzel, kendisi güzel, benekleri güzel... Dağ alası, kırmızı benekli, ne dersen...
Çok uzun bir süreden sonra sonunda elime alabildiğim nadide canlı...
Avlağıma vardığımda baraj inşaatının hız kazandığını ve yolu kapattıklarını görünce müthiş bir hayal kırıklığı yaşadım. Ancak 135 km boşuna mı gelmiştim? Tabi ki hayır. Planım biraz sekteye uğrasa da arabadan inip yürüme kararı aldım. Azim yapmışım, kararlıyım. Yaklaşık 2-3 km yürüdükten sonra sola, ormanın derinlerine saptım.



Kimsecikler yok. Vakit 8-9 civarı, artık balık için verimli saatler kaçıyor. Bir an önce takımları hazırlayıp atışlara başladım. Yarım saat sonra ilk gölette takip ve vuruş almama rağmen boş geçtim. Üstelik bir tanesi oltama yakalanmıştı bile. Ben onu karaya çekemeden, o iğneden kurtuldu. Tam bir hayal kırıklığı, inanılmaz bir duygu. Tam da bu kadar yaklaşmışken...



Bu avlakta baharda sular çok çağladığı için balık yakalayamamıştım. Daha doğrusu 100 metre arayla iki ayı izi gördüğüm için korkup devam edememiştim. Ama artık umrumda değildi. Alabalık avcısı vahşi hayattan korkmamalı, biraz da risk almalı diyerek derenin tersine yürüyorum. Yürüdükçe atış yapıyorum ama nafile. Cam gibi berrak suyun altında balıkları görüyorum ama bazen takip edip bazen de sallamıyorlar kaşığımı. Moral bozmak yok, bugün kesinlikle bir tane yakalayacağım, bu güzel canlıyla tanışacağım derken bir anda bir kayadan diğerine atlarken ayağım kayıyor ve ben bir anda derenin içinde buluyorum kendimi. Baştan aşağı sırılsıklam olmuşum artık, ama Allahtan telefonuma birşey olmuyor. Moralim işte şimdi altüst. Karnımda çok aç. Saat hemen hemen 12.00. Vakit ne de çabuk geçti. Yaklaşık 6 km yürümüşüm bile. Sandviçimin yarısını arabada unuttuğum için kendime çok kızgınım ama yapacak birşey yok. Artık arabaya yürüyemem, çok uzak. Kendime bir sınır koydum ve o bölgeye kadar avlanmaya devam edeceğim dedim ve sırılsıklam bir şekilde olta atmaya başladım. Bir yandan da açlığımı bastırabilmek için yol boyunca gördüğüm ahududu(frambuaz) ve dağ çileklerini yiyip durdum. İnanılmaz lezzetliler fakat alabalık yakalayamamak içime oturuyor. Aklım hep orda...
Nihayet güzel bir şelaleye geliyorum ama hiç vuruş yok.
Artık 1600 rakımdayım ve yine güzel bir şelale. Atmaya başlıyorum. Birincisi boş, ikincisi boş, üçüncüsü boş. Takip veya vuruş yok.
Bide şöyle çapraz atayım diyorum, o da ne? Oltam taşa mı takıldı yoksa bu o mu? Bir anlık heyecanla çok hızlı bir şekilde asıldığımı hatırlıyorum. Normalde tasmalama yapmak gerekir. Ama nafile. Aklım yerinde mi sanki. Sonra çekmeyi bırakıp ani bir şekilde kamışımla balığı yukarı kaldırıp karaya çekiyorum. Müthiş bir duygu, inanılmaz bir heyecan. İşte o, dağların prensesi...



Bol bol fotoğraf çekip, video aldım. Heyecandan ne yapacağımı şaşırdım. Üstelik balık 20 cm olmamasına rağmen kendime bir daha yapmayacağım diye söz vererek alıkoydum. Hızlıca dönüş yoluna geçtim. Dönüşte buz gibi dereye girip ferahlayarak, ve çamaşırlarımı dışarıda kurutarak mutluluğumu pekiştirdim. Dereden çıkıp kurulanmayı beklerken çamaşırlarımda çoktan kurumuştu. Ne de olsa yaz güneşi vardı. Yol boyunca karıma dağ çileği toplaya toplaya arabaya gittim. İnanılmaz yorgundum. Üstelik ayağımda çorap olmadığı için, ıslanan ayakkabı her yerime vurmuştu. Ayağımda 4-5 yer kanıyordu. Dağ çilekleri toplarken de bir sürü ısırgan değmişti tenime ama kimin umrunda...Keyfim had safhadaydı. Bir kez daha doğa anaya bana bugün verdikleri için şükrettim. Geri dönüş yolculuğuna geçtim ve güzel kuşları seyrede seyrede evime vardım.
Tanrı doğayı korusun.
Fotolar: https://goo.gl/photos/m1Hud1E4g6N8sXnu8


20 Haziran 2017 Salı

Şehre Bir Gecelik Mola(03.06.2017)

Bu haftasonu için planım Eğriova göletinde abant alası avı ve yıldızlar eşliğinde güzel bir kamp gecesi yaşamak. Cumartesi sabah yola yalnız başıma çıkıyorum. Hedefim Beypazarı içinden geçip, Karaşar istikametine sapıp, sonrasında Eğriova yaylasına varmak. Tabi sabah yola çıktığımda benim düşündüğüm Eğriova göletinin gerçekte orası olmadığını bilemiyorum. İlerleyen saatlerde acı da olsa öğreneceğim. Haritalardan yaptığım keşfe göre Eğriova yaylasında bir gölet var. Bu gölete Orman Bakanlığının abant alası saldığını biliyorum. Fakat Eğriova yaylasına geldiğimde bir tabela görüyorum. Üzerinde Eğriova Tabiat Parkı 10 km yazıyor. Şaşkınım çünkü ben zaten Eğriova yaylasındayım diye düşünüyorum ancak asıl göl ve tabiat parkı daha ileride. Kısa bir süre sonra yolların bozuk olduğunu bile bile yola düşüyorum. Birkaç km daha gidiyorum fakat yol iyice çamurlu ve bozuk. Hyundai Getz ile devam edebilmem pek mümkün görünmüyor. Asıl Eğriova Göletine 5 km kadar kala vazgeçip geri dönüyorum. Sabah erkenden uyandığıma mı yanayım, 200 km yol yaptığıma mı yanayım yoksa vakti öğlen vakti yaptığıma mı yanayım? Çok mutsuzum ancak bugünü boş geçmemek adına rotamı Güdül'e ardından da Kızılcahamam Şahinler Tabiat Parkına çeviriyorum. Buraya geldiğimde hemen hemen akşam vakti girmiş durumda. Göle olta sallamaya başlıyorum. Gölde kefal olduğunu biliyorum. Bir iki deneme sonra güzel bir kefal geliyor. Alıkoymak ile koymamak arasında iken çok daha iri bir balık oltama yapışıyor. O kadar güçlü çekiyor ki olta kırılacak zannediyorum hatta. Kısa bir çekişmeden sonra hızlıca karaya çekiyorum.


Bu güzel balık beni öylesine tatmin ediyor ki hemen avı bırakıp balığımı yanıma, çantamı da sırtıma alıp biraz ormanda yürüyüş yapıyorum. Bir yandan da mantar arıyorum. Hedefim kamp ateşinde kefal ve kanlıca mantarı :) Kanlıca yılın bu zamanı aslında çok düşük bir ihtimal. Genelde eylül ekim aylarında çıkıyor. Fakat yinede şans denemek de hiç bir sakınca yok. Neticede mantar bahane, ormanda tek başına yürümek şahane!


Birçok farklı mantar çeşidi görüyorum ancak benim aradığım kanlıca veya çayır mantarından bulamıyorum. Neyse, en iyisi balığımı temizleyip yıkayıp çadırımı kurayım. Nede olsa az sonra hava kararmaya başlayacak. Parkın kuzeyine doğru mevsimlik ufak bir dere olduğunu biliyorum. Geçmişte bu civarda yürümüştük. Oraya gidip balığımı güzelce yıkayıp temizliyorum.


Çadırımı kuruyorum. Güzel bir kamp ateşi yakmak için biraz odun toplayıp ateşimi magnezyum çubuğum ve kuruttuğum huş ağacı kabuğu ile yakıyorum. Kefalimi direk közün üzerine atıp bekliyorum.(Etraftaki kampçılardan tuz ve baharat isteyip bir güzel soslamıştım) Balığım piştikten sonra bastıran yağmur yüzünden çadırıma çekilip yanımda getirdiğim domates salatalık ile yaklaşık yarım kilo olan bu güzel balığı mideye indiriyorum. Hemen ardından yağmur bir ara vermişken yanımda getirdiğim marşmelovları kamp ateşinde güzelce pişirip yiyorum. İlk defa tadına baktım bu güzel lezzetin. Daha önce birçok kez duymuştum fakat denemek bu sefer nasip oldu. Gerçekten çok lezzetliymiş! Ardından matıma uzanıp eşimi arıyorum. Biraz konuştuktan sonra az önce selamlaşıp ufak bir sohbet ettiğim bir diğer kampçı arkadaşın çadırına doğru ilerliyorum. İlk defa tanıştığım bu insan inanılmaz bir rastlantı sonucu şirket arkadaşım çıkıyor. Evet, aynı şirkette çalışıyormuşuz. Şaka gibi.. Bir iki saat boyunca Alp abi ile muhabbet edip çay içip, eşlerimizle bir gün birlikte kamp yapmak dileğiyle saati 10.30 yaptıktan sonra, çadırıma dönüyorum. Üzerimde inanılmaz bir yorgunluk var. Kısa süre sonra uykunun kollarındayım...

NOT: Gece iki gibi müthiş bir üşüme ile uyandım. Hava inanılmaz soğuk. Fenerimi alıp aracıma doğru yürüdüm ve montumu giydim. Bu şekilde çadırımda tekrar uyumayı denedim fakat nafile... Çok üşüyorum. Mecburen arabama dönüp klimayı açtım sabah beşe kadar bu şekilde uyuyup erkenden Ankara yoluna koyulmak zorunda kaldım...

Fotoğraflar: https://goo.gl/photos/bksFHQS5bK5LhqqP7

14.05 günü yaptığımız Bünüş yaylası, Aktaş vadisi yürüyüşünü nedense kaleme almak istemedim. Eşimle gitmek istemiştik fakat o sabah o çok kötü uyanınca ben tek gitmek zorunda kaldım. Galiba bu yüzden olmalı. Hem bu rotayı geçmişte bir kez daha yürümüştüm. Ama sessizliği ve katılımcı sayısının az olması sebebiyle en huzur bulduğum yürüyüşlerden birisiydi diyebilirim...

Fotoğraflar: https://goo.gl/photos/MrR9SR4GXGy8V8m26

Bir Alabalık Macerası Daha(07.05.2017)

Doğa yürüyüşlerinde tanıdığım Tuna kardeşimle hafta içi yaptığımız alabalık planı için pazar sabahı yola düşüyoruz. Hava durumuna göre bugün sağanak geçişler var, dün de bir hayli yağmur yağmıştı. Ama bu durum bizi hedefimizden şaşırmıyor. Daha önce hiç gitmediğim ama alabalık olduğunu tahmin ettiğim bir merayı Tuna'ya tarif ediyorum ve yaklaşık 2 saat süren yolculuğumuz neticesinde 1650 metre irtifada bulunan bir yaylada arabayı(Tuna'nın 4x4 aracına herhalde öylece araba diyip geçersem kırılır. Landcruiser tam bir canavar :)) bırakıp oltalara sarılıyoruz.

Dere ve orman bütünlüğü çok güzel görüntüler vadediyor. Etraf yemyeşil, hava mis gibi. Yerdeki otların üzerine geceden yağmış yağmurun bıraktığı pırıl pırıl damlacıklar efsane. Hele bir de daha günün başında gördüğümüz taze geyik dışkısı da günün ilerleyen saatlerinde "acaba görür müyüz?" heyecanı pompalıyor kanımıza. Yağmurlar iyi gitmiş olmalı ki salyangozlar da dev boyutlara ulaşmış

Dere hemen başlangıçta iki kola ayrılıyor. Ben ise daha kuvvetli olan koldan yukarı doğru devam ediyorum. Kah Tuna önümde, kah ben önde olta sallaya sallaya yükseliyoruz. Biz yükseldikçe dere daha çetin bir hal alıyor ve olta atmak bazı yerlerde pek mümkün olmuyor. Ancak bu noktalarda birçok şelalede görüyoruz.


Mevsimlerden bahar olması itibariyle derenin debisi çok yüksek ve kaşığı derede yüzdürmek pek mümkün olmuyor. Aslında bu koşullarda şansımız çok düşük. Bunu hemen ilk başta bir önceki başarısız alabalık avında edindiğim tecrübeden anlamıştım zaten. Çok yorulup acıkınca arabaya doğru dönüp birşeyler yemek için dönüşe geçiyoruz. Ancak dönüşü aynı rotadan değil, bir patikaya çıkmak ümidiyle dik bir rampadan yapıyoruz. Kısa sürede irtifa 1950 oluyor ve kar görünüyor. Ardından terkedilmiş eski bir yayla yolundan arabaya kadar mükemmel manzaralar eşliğinde yaklaşık 5 km kadar yürüyoruz...


Arabaya ulaştığımızda başka bir ekip görüyoruz ve o da ne! Onlar nasibini bulmuş. Bir adet dağ alası yakalamışlar bile. Hemde yasak olmasına rağmen canlı bir yem olan solucan ile! 


İlk defa bir dağ alasını yakından görme heyecanı ile hemen bir fotoğrafını çekiyoruz. Gerçekten çok canlı renkleri var, çok yakışıklı. Oltamıza uzun bir süre alabalık vurmaması Tunayı derede alabalık yok diye ikna etmek üzereyken, bu karşılaşma ile kendimi aklıyorum:) Daha da hırslanıyoruz ve benim bildiğim başka bir dereye gitmeden önce bir yemek molası veriyoruz. Tuna müthiş bir sebzeli kuzu kavurma yapıyor ve iki kişi hemen hemen bir kilo eti gömüyoruz:)

Ardından gittiğimiz derede de saatin geç olması sebebiyle pek bir atış yapamadan Ankara yolunu tutuyoruz. Bir başka gün, havaların ısındığı ve derenin çekildiği bir dönemde kamplı bir etkinlik yapmak üzere sözleşiyoruz...


21 Nisan 2017 Cuma

Işık Dağı-Salın Yaylası Yürüyüşü(15.04.2017)

Güzel bir bahar günü...
Son alabalık avımdan beri neredeyse bir ay geçti ve ben iş güç koşturmaca ve şehrin gürültüsünden kaçmak için sabırsızlanıyorum. Orion trekking grubu rehberi Hüseyin abi'nin haftasonu Işık Dağı Zirve yürüyüşü yapacağını görmem ile birlikte eşimi ikna ediyorum. O da gelmek istiyor ve pazar günü yapılacak çok önemli referandum öncesi güzel bir yürüyüşe başlama kararı alıyoruz...
Cumartesi sabahı 8.30da otobüs bizi Göksü Parkından alacak. Eşim uyandığında uykusuzluktan biraz mırın kırın yapıyor ama biliyorum o da doğada bulunmayı çok seviyor. Neyse ki az sonra yola koyuluyoruz. Yine çocuk gibiyim içim içime sığmıyor. Aslında birkaç ay önce Işık dağı zirve yapmıştım fakat güney yamacından. Bu sefer çok daha dik olan Kuzey yamacından çıkacağız.
Saat 10 gibi yürüyüşe çok güzel bir bölgeden başlıyoruz. İlk önceleri hafif bir eğimle orman içi patikadan yükseliyoruz. 30 dakika kadar sonra çıktığımız düzlükte eşim kahvaltısını güzel yapmadığı için halsizleşiyor ve gözü kararıyor. Neyseki yanımızda üzüm, incir, fındık gibi enerji yapıcı kuruyemişler var. Bunları yedikçe kendine geliyor ve yürüyüşe tam gaz devam ediyoruz. Ben bir yandan hayvanlara ait bir şey, bir ayak izi veya bir dışkı felan arıyorum. Çünkü onların burada yaşadığını bilmek hoşuma gidiyor. Şu an ayak bastığım topraklardan belki gece bir kurt geçti. Evet belki de...


Orman içi büyük bir açıklıkta büyük bir kurttan, belkide alfa erkeğinden kalma bir dışkı görüyorum. Bana bunu düşündüren dışkıdaki domuz kılları ve bir hayli fazla olması. Bu kesinlikle iri bir kurt. Uzaktan da olsa görmek isterdim. Acaba doğal yaşamında hiç görecekmiyim, bilmiyorum...
Az ileride zirve görünüyor, evet gerçekten de kuzey yamacı çok dikmiş. Tırmanışa başlamadan önce bir mola veriyoruz. Bu arada gruptan bir yürüyüşçü abla pek iyi değil, galiba tansiyonu düşük. Pek yürüyemiyor ve dolayısıyla panikliyor. Onun için sık sık mola veriyoruz. Moladan sonra tırmanış kah duraksama kah tırmanma diye devam ediyor. Çok kısa sürede irtifa kazanıyoruz ve mükemmel manzaralara tanıklık ediyoruz.


Son 100 metredeki dik yamaç ve bu bölgede karın 1 metre civarında olması bizi zorluyor ama yavaş yavaş çıkıyoruz. Hatta bir ara eşimin ayağı kayıyor ve yamaç aşağı uçmak üzereyken can havliyle kolundan yakalıyorum, o da yerdeki bir ota tutunuyor. Eğer gerçekten kaymış olsa 50-60 metre kadar aşağıya sürüklenir ve bir ağaç gövdesine çarparak çok ciddi yaralar alabilir. Aniden yüreğim ağzıma gelse de kısa sürede toparlıyorum. Zirvede sandviçlerimizi yiyip inişe başlıyoruz. İnişlerde dizlerimde daha fazla baskı hissediyorum ancak güzel manzaralar eşliğinde yürümek bunu unutturuyor. Kısa sürede Salın yaylasını görüyoruz. Burada yaylaya doğru akan ufak ve tertemiz suyu olan bir dereden su doldurup içmek beni çok mutlu ediyor. Yayla gerçekten muazzam güzel ve türlü türlü çiçekleri var. Güzel de bir göleti var. Burada da duraksıyoruz. Tam 11 km olmuş ve biz gerçekten çok yorulmuş durumdayız. Ancak daha Karagöle doğru 3km civarı yolumuz var. Biraz dinlenmek iyi gelse de dizlerimiz bayram ediyor. Karagöle giderken, Salın yaylasında birleşip suları artan dere az ileride bize muhteşem bir şelale manzarası sunuyor.


Hatta bu bölgede üzerinde yürüdüğümüz traktör yoluna ciddi kayalar düşmüş ve yol kapanmış. Uçuruma çok yakın bir yerden geçmek durumunda kalıyoruz. Burada yapılacak bir hata 100 metre kadar aşağıda akan dereye yuvarlanmak ve yine ciddi sakatlıklar ile sonuçlanabilir...
Artık yürüyüşün sonuna geldik. Karagölü görüp eşimle birkaç selfie çektikten sonra minibüse doğru gidiyoruz. Hüseyin abinin muhteşem bulgur pilavı ve kiremitte güveçiyle midelerimiz bayram ediyor ve eğlenceli sohbetler ederek dönüş yoluna geçiyoruz.
Yine doğayla içiçe, yine mükemmel bir gün.
Tekrar doğup büyüdüğümüz, atalarımızdan beri yüzyıllardır ayak bastığımız ve asıl ait olduğumuz topraklarda, doğa ananın kollarında geçirdiğimiz mutlu anlar...
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten. Anlar, sadece anlar... diyip sözü büyük üstad Jorge Luis Borges'e bırakıyorum...

Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım. 
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım. 
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar, 
Çok az şeyi Ciddiyetle yapardım. 
Temizlik sorun bile olmazdı asla. 
Daha çok riske girerdim. 
Seyahat ederdim daha fazla. 
Daha çok güneş doğuşu izler, Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim. 
Görmediğim bir çok yere giderdim. 
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye. 
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine. 
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben. 
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu. 
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten. 
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın. 
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan, 
Gitmeyen insanlardandım ben. 
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım. 
Eğer yeniden başlayabilseydim, 
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım. 
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla. 
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır, 
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer. 
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum... 
Ölüyorum... 

Etkinliğin teknik detayları ve fotoğraflar için: WikilocGoogle Photos

27 Mart 2017 Pazartesi

Bir Alabalık Macerası Bolu Dörtdivan(25.03.2017)

25.03.2017 sabahı yine alabalık peşindeyim. Sabah 7 civarlarında evden çıkıp dosdoğru Bolu otobanına giriyorum ve hedefimde Köroğlu dağı eteklerinden akan güzel bir dere var. Daha önce bir kez daha buraya gitmiştim ancak sadece bir saat kadar olta sallayabilmiştim. Onda da oltama takılan olmamıştı. Daha öncede birkaç kez keşif amaçlı hiç bilmediğim yerlerde olta sallayıp umduğumu bulamadan eli boş dönmüştüm eve. Bu sefer içinde kesinlikle dağ alabalığı olduğunu bildiğim bir dereye gidip şansımı arttırmak istedim fakat ne mi oldu. Yine şansım yaver gitmedi...

Sabah ilk olarak arabamı park edip olta sallamaya başladığımda saat hemen hemen 9 olmuştu. Mevsim başı itibariyle de balıkların verimsiz olacağını biliyordum. Hem de dere çok fazla çağlamıştı. Geçmişte de bu dereyi görmüştüm. Yazın suyu hemen hemen şimdinin dörtte biri kadardı. Debisinin bu kadar artabileceğini hiç beklemiyordum. Ancak beklemediğim başka birşey daha vardı. Avın hemen hemen en başında gördüğüm bir ayı izi... Kocaman bir arka ayak.



Aslında dağ başına gittiğim için bu tarz şeylere hazırlıklıyım. Neticede alabalıkçı vahşi hayattan korkmamalı. Önceki ben olsam, hemen tası tarağı toplar oradan kaçardım ama artık azim yaptım ya biraz da korkarak olta atmaya devam ediyorum. Sürekli tetikteyim ve arada aklıma geldikçe düdüğümü sert bir şekilde öttürüp hayvanlara mesaj veriyorum. Ancak oltama halen tek bir ala bile takılmıyor. Tekrar arabaya binip patika yoldan daha yukarılara çıkmayı düşünüyorum ama beşyüz metre kadar gidince kar ve çamur daha fazla çıkmama izin vermiyor. Burada tekrar dereye inip uygun aynalara, kaya diplerine olta sallamaya devam ediyorum ama daha yarım saat bile olmamışken ikinci ayımı görüyorum... Bu sefer ön ayak.



Anlaşılan bugün korkudan avlanamayacağız. Malum dağda da tekim. Ayılar ise kış uykusundan yeni uyanmışlar ve vücut kütlelerinin hemen hemen yarısını kış boyunca kaybetmiş durumdalar. Hızla avlanıp aç karınlarını doyurmalılar. Dolayısıyla çok aktifler ve yılın bu dönemlerinde çok agresif olabilirler. Bunu henüz iki saat içinde gördüğüm iki ayak iziyle hemen anlıyorum ve tekrar arabaya atlayıp gerisin geri daha düşük rakımlara inip daha rahat bir şekilde bol bol olta sallıyorum ama nafile. O bölgede derenin hemen yanında bir gölet mevcut ve içinde ufak ufak kefaller görünüyor. Buraya da bir hayli çok Meppsimi sallıyorum ama yine nasibime hiçbir şey denk gelmiyor... Yanımda götürdüğüm şeylerden atıştırıp geri dönüş yoluna geçiyorum.


Yol üzerinde bildiğim birkaç dere kenarı ve gölete de girdi çıktı yapıp şansımı deniyorum ama ne mümkün.


Bunların arasında benimde ilk defa görme fırsatı bulduğum Aktaşa göleti de var. Çok güzel bir manzara, adeta kartpostal gibi.(Piknikçilerin çöplüğe çevirdiği yerleri görmez iseniz) Ne bir kefal ne bir alabalık. Hiçbir şey tutamamanın verdiği hayal kırıklığı ile buradan da ayrılıp Ankara'nın yolunu tutuyorum. Tek tesellim güzel bir bahar günü gördüğüm muhteşem manzaralar, iki tane leylek, iki tane kartal, sarı karınlı ismini bilemediğim süper bir ötücü kuş ve birbirinden güzel çiçekler. Nasip bir sonraki sefere...

Etkinliğin tüm fotoğrafları için: https://goo.gl/photos/kUQQLiTQNMn955wR8

22 Mart 2017 Çarşamba

Çamlıdere Üyücek-Alakoç-Avşarlar Yaylası Yürüyüşü(19.03.2017)

Şehrin gürültüsünden, kirinden ve bu keşmekeş içinde yaşamaya alışmış insanların bayağılığından kurtulmak ve ruhları temizlemek gerek haftasonları... Bu vesileyle 19.03.2017 Pazar günü sabah sekiz olmadan kalkıyorum yine yatağımdan. Bugün, geçmişte de Şahinler Yaylası yürüyüşünde ilk kez tanıştığım Hüseyin Aydoslu hocamın rehberliğinde gerçekleşecek bir doğa yürüyüşüne katılacağım. Beni yürüyüş için tutulmuş servisin durağına bırakması için karımı da uyandırıyorum. Pek bi isteksiz -ki bir gün önce beni vazgeçirmeye çalışmıştı- yatağından kalkıyor ve üzerini giyip arabanın anahtarını alıyor. Aslında doğa yürüyüşlerine ilk başlarda birlikte katılmıştık. Çok sevdiğim Zati Erbaş hocamla bir arkadaş vasıtasıyla tanışmış, bu engin bilgili doğa aşığı adam ile birkaç yürüyüş yapmıştık fakat karım bu yürüyüşlere daha nadir gidilmesi taraftarı ve haftasonlarını evde dinlenerek geçirmeyi daha uygun buluyor. Ancak bu sefer hastalığı da engel oluyor. Dolayısıyla bu sefer yürüyüşe tek başıma katılıyorum.

Yol üzerinde her zamanki uğrak yerimizde Kızılcahamam'ın çıkışında bir mola veriliyor ve ben yanımda götürdüğüm bazlama arası bal kaymak aşımı çay ile yiyorum. Bir yandan da az sonra karşılaşacağım güzel orman manzaları için hayal kuruyorum. Aslında bende bu doğa tutkusu çok değil, son bir yıl içerisinde canlandı. Eşimle bir çadır çanta ve yürüyüş ekipmanları aldık. Birkaç kez kamp yaptık ancak bilinçsizce yapılan gezilerin eğlenceden çok işkenceye dönüşebileceğini anladığımız için, yürüyüş grupları ile devam etme kararı aldık. O gün bu gündür, Urumşah yaylası(Gerede), Yakaboy yaylası(Gerede), Çukurca Aksak Kavaközü köyleri(Kızılcahamam) gibi Wikiloc linkimden de görüleceği üzere(Wikiloc) birçok yerde günübirlik yürüme fırsatı bulduk. Haftasonu mis gibi bir doğada vakit geçirmenin, şehirde evimde tıkılı kalıp dört duvarı veya televizyonu izlemekten çok daha fazla huzur verici olduğunu anladım. Haftasonlarını iple çekmeye başladım. Belki de hayatımın sonuna kadar benimle devam edecek olan bir tutku, bir hobi edinmiştim ve bırakmaya da hiç niyetim yoktu...

Yürüyüşe başlayacağımız Üyücek yaylası civarı için, otobüs Çamlıdere yol ayrımına girdi ve ardından ilk sağa saptı. Vadinin içinde kıvrıla kıvrıla akan bir dere eşliğinde hafif hafif irtifa kazanmaya başladık. Yarım saat olmadan sık çam ormanları ile kaplı köyler ve yaylalara vardık ancak yürüyüşe başlayacağımız yer için halen devam ediyorduk. 2-3 gün önce yağan kar buralarda bir hayli tutmuş. Artık otobüs kaymaya başlıyor ve ben kendimi birkaç dakika sonra otobüsü iterken buluyorum. Yolda kalan otobüsü kurtardıktan sonra, daha fazla gidemeyeceğini anlayıp orada yürüyüşe başlıyoruz. Otobüs ise bizi Avşarlar Yaylasından almak üzere yola koyuluyor.

Derin bir nefesle dolduruyorum ciğerlerimi ve yürüyüşe gelen kişilerin sohbet seslerine kulağımı tıkayıp kuş seslerini dinlemeye çalışıyorum. O kadar güzel ötüyorlar ki, yürürken bir yandan da gözlerim onları arıyor ama bir türlü göremiyorum. Rehberimizin açtığı yoldan dümdüz ormanın derinliklerine giriyor ve irtifa kazanmaya devam ediyoruz. Az ilerde karın içinde baş göstermiş sarı çiğdem öbeğine rastlıyoruz. Tek kelime ile mükemmel! Doğa ana yine mucizelerini gözlerimizin önüne sermiş. Bir fotoğraf alıp devam ediyorum.Fotoğraflara ve yürüyüşün teknik ayrıntılarına https://www.wikiloc.com/wikiloc/view.do?id=16894132 linkimden bakılabilir.
Yaklaşık 1850 rakıma kadar ara ara dinlenerek mükemmel bir tırmanış yapıyoruz.

Önceleri sarıçam olan orman örtüsü, biz derinlere girdikçe ve irtifa kazandıkça köknar ormanına dönüşüyor ve birkaç gün önce yağan kar yer yer 20 santimi geçiyor. Bu kar muhtemelen sezonun son karı ve köknar ağaçlarına mükemmel bir manzara katmış. Bu yüzden midir bilmem ama çok güzel ve çok temiz. Un gibi dağılmıyor. Yürüyüşüm boyunca birçok kez ağzıma kar doldurup bir güzel yiyorum ve çocukluğum geliyor sürekli gözlerimin önüne.

Güzel bir tavşan, sincap, gelincik, kurt ve belki geyik gibi bazı vahşi hayvanları görebilmek umuduyla pür dikkat etrafıma bakınıyorum ancak yürüyüş boyunca tek bir hayvan bile göremiyorum. Şu ana kadar da bir domuz harici hiçbir şey göremedim. İnsanoğlu doğayı katletmeyi ve hayvanları sürekli avlamayı bir görev edinmiş kendine. Ne kadar da ahmakız. Kendi sonumuzu hazırlıyoruz. Bilinçsiz avcılarımız dağlarda hayvan bıraktı mi ki sende etrafına bakınıyorsun Çağrı? diye soruyorum kendime. Bu gidişle de soylarını tüketeceğiz... Bunu ormanda yer yer gördüğüm saçma mermisi kovanlarından anlıyorum. Hem bu nadide canlıları öldürüyoruz hem de çöplerimizi bırakıyoruz. Doğayla ciddi bir yarış içerisindeyiz. Kazanırsak, kaybedeceğiz...

Zirvede birkaç video çekip uzakları seyrediyorum. Gözüme ince ayar çekiyorum. Güzel kokulara çeviriyorum burnumu ve az ilerde mola verip öğle yemeği yiyen diğer yürüşçülere katılıyorum. Kavurmalı sandviçimi yedikten sonra yine yola koyuluyoruz ve az ileride Alakoç yaylası görünüyor. Yaylaya yaklaştıkça minik bir derecik de bize eşlik etmeye başlıyor. Lezzetli suyundan dolduruyorum çantama ve devam ediyorum. Yürüyüş esnasında bazen katılımcıların yüksek seslerinden, çığırdıkları türkülerden rahatsız oluyorum ama el mahkum, birşey diyemiyorum. Hemen hemen herkes muhabbet sohbet etmeyi daha uygun buluyor fakat bana kalsa sabahtan akşama kadar çıt çıkarmadan sadece doğayı dinler ve ruhumu dinlendiririm. Zaten insan sesinden kaçıp geliyorum dağlara, bir de burada gürültü olunca sabredemiyorum. Ancak yine de duymamaya çalışıp üstümüzden geçen kuzgunların tok ötüşüne kulak kabartıyorum...

Alakoç yaylası bir hayli büyük ve evler çok yeni. Belli ki burası yerel halk için biraz turistik bir yer olma yolunda. Birçok yeni dağ evi görüyorum. Zenginler veya buranın yerel halkından olan yeni nesil insanlar buralardaki eski evlerini yıkıp güzel dağ evleri yapmışlar. Birgün benimde böyle güzel bir yaylada bir dağ evim olur belki diye umut edip, yürüyüşüme devam ediyorum. Bu sırada çok güzel bir kar yağışı başlamış durumda. Yürüyüşü çok daha keyifli yapıyor. Alakoç yaylası çıkışına doğru kuzey batımızdan gelen bir başka derecik ile birleşen su biraz daha büyüyor ve hızlı bir şekilde bizi takip ediyor. Biz Avşarlar yaylasına doğru giderken belkide günün en güzel manzalarını sunuyor bana. Bol bol duraksayıp fotoğraf ve videolar çekiyorum(Gerçi çektiğim fotoğraflar telefonumun eski olması sebebiyle bir şeye benzemiyor ama olsun). Bir yandan da derede belkide kırmızı benekli alabalık vardır umudu ile aklıma not ediyorum. Neticede amatör bir olta balıkçısıyım ve bu yürüyüşlere bir yandan da alabalık derelerini keşif gözüyle bakıyorum. Ben bir alabalık olsam bu derede yaşardım :)

Avşarlar yaylasına varıyoruz ve bizi bekleyen otobüse sığınıyoruz. Kar yağışı bir hayli artmış durumda ama Hüseyin hocam hemen kuru fasulye ve pilavını ısıtıyor ve turşu ile bize ikram ediyor. Kendisi yürüyüşlerin sonunda hep yemek yapar, yani daha iki kez yürüyüşüne katıldım ama ilk yürüyüşte yaptığı enfes ekmek arası alabalığı halen unutamıyorum. Etkinliğin bu şekilde bitmesi ise bir nevi piknik havası yaratıyor ve midelere de hitap edince herşey daha güzel oluyor.

Yemeğimizi yiyip, ılık çayımızı içtikten sonra Ankaraya dönmek üzere yola çıkıyoruz. Sabah sıcacık yatağımdan uyanıp ne zorum var pazar pazar dağ başına gidiyorum diyen şehir kafasına inat, az önce beslediğim oksijen kafası ne iyi ettin de geldin diyor. Orman gizemli ve esrarengiz bakışlarla uğurluyor bizi. Ben ise yapacağım bir sonraki yürüyüşün hayalini kuruyorum yol boyunca...